İslamiyet tercihimiz, Türklük kaderimizdir! Hoca Ahmet Yesevi

 

Resim

Din Değişebilir Milliyet İse Asla!

Yazımın  ilk bölümünde ırk kavramı  ila alakalı görüşlere II. bölümde ise benim de hemfikir olduğum kavi düşünceye yer vereceğim.

Din, hayatımızı etkileyen diğer birçok kültürel öğe gibi, tamamıyla bir tercihtir ve tercihlerin zaman içinde değişmesi mümkündür. Bu cümleden anlaşılması gereken ilk şey, dinin en başta kültürel bir öğe olduğudur. Tıpkı giyim kuşam gibi. Tıpkı sosyal olaylar karşısında takınılan tutum ve davranışlar gibi. Yani biz “Türk Milli Kültürü” deyince, bunun içine bir alt başlık olarak din de girmektedir. Bu sebepledir ki; bir milleti millet yapan öğeler sayılırken din birliğine vurgu yapan tanımlar da var olmakla birlikte; bu tür tanımlar gerçeği tam olarak yansıtır. Çünkü böyle bir millet tanımında din unsuru, hele de belli bir din kullanılacak olursa, bazı din mensuplarının veya dinsizlerin millet dairesinin dışında tutulması zorunlu olur ki; bu da Millet ve Milliyet gerçeği ile taban tabana zıt bir tanım olur. (Azınlıklar istisna)

Mesela bugün için Türkler açısından “Millet” tanımının içine “İslamiyet”i yerleştirdiğimizde, bunun tabi uzantısı olarak Şaman olan Türkleri, putperest olan Türkleri, Budist olan Türkleri, Musevi olan Türkleri, Hristiyan olan Türkleri ve hatta dinsiz Türkleri, bu dairenin dışında tutmak gerekecektir! Bilmeyenler için söyleyelim; günümüzde Orta Asya veya Asya’nın kuzey bölgelerinde yaşayan Şaman ve hatta İslami açıdan putperest denilebilecek Türkler olabildiği gibi, bu bölgelerde, özellikle Moğolistan ve Çin gibi ülkelere yakın yerlerde oturan Türkler arasında herhalde az da olsa Budizm’e veya bu ülkelerdeki diğer dini inançlara mensup olan Türkler de var olmalıdır. Bugün Azerbaycan’da bile Musevilik dinine mensup olup, muhtemelen Hazar İmparatorluğu’nun kalıntıları olan Karaim Türkleri yaşamaktadır. Moldova’daki Gagavuz (Gökoğuz) Türkleri ise Hıristiyan’dır. Şu halde, din unsuru bir milleti millet yapan asli bir unsur değil, olsa olsa tâli bir unsurdur.

Ahmed Yesevî - Vikipedi

Bunun en güzel örneği 1071 yılındaki Malazgirt savaşı sırasında yaşanmıştır ve Balkanlardan Anadolu’ya gelen ve muhtemelen ağırlıklı olarak Hristiyan olan Uzlar ve Peçenekler, Hristiyan Bizans Ordusu’ndan ayrılarak kendileriyle aynı kültür dairesinde yer alan Müslüman Selçuklu Ordusu saflarına geçmiş ve Bizanslılara karşı savaşmışlardır(3). Bu olay da gösteriyor ki; dinin, bir milleti millet yapan öğeler arasında sayılması, tamamıyla bir ideolojik yaklaşımın ürünüdür ve bu türlü yaklaşımlar, millet ve milliyet kavramlarıyla değil, olsa olsa Ümmet ve Ümmetçilik anlayışıyla açıklanabilir.

Bu tarz  yaklaşımlar; ülkemizde de vardır ve bu yaklaşımın temsilcileri şu anda etkin cemaatlerdedirler. Mevcut cemaat  mensuplarının beslendikleri felsefi ve ideolojik fikirlerin öncülerinden olan Nurettin Topçu, Türk Milleti’ni şöyle tanımlıyor: “Bizim milletimiz, Orta Asya’dan kaynayan Türk ırkından çıkmış ve dokuz yüz yıl önce Anadolu’da kurulmuştur. İlmî adı ‘Anadolu Türkleri Tarihi’ olan bu millet, Türk ırkından ayrılan Oğuz boylarının Müslüman olarak Anadolu’ya yerleşmeleri ile başlamış oldu…”(4).

Necip Fazıl Kısakürek ise bu konuda sözlerini biraz daha müşahhaslaştırarak şöyle diyor: “…Halbuki biz, Türk’ü Müslüman olduğu için sevecek ve Müslümanlığı nispetinde değerlendirecek bir milliyetçilik anlayışı peşindeydik ve bu anlayışa ‘Anadoluculuk’ adını veriyorduk. Bir konferansımızda, 15 yıl sonra söyleyeceğimiz gibi, ‘eğer gaye Türklükse mutlaka bilmek lâzımdır ki, Türk Müslüman olduktan sonra Türktür!’ tezini güdüyorduk…” (5).

Yazar Lütfi Bergen devamla ve N.Fazıl’ın “Babıali” isimli eserinden istifade ile şöyle diyor: “Necip Fazıl’a göre milliyetçilik, menba istikametinde değil mansap istikametinde, yani kendisini tarih planında teşkil eden ırk ve toprak şartlarını geride bırakmış, her türlü ırk ve toprak yobazlığına düşman; belli başlı bir iman, mukaddesat, tefekkür, tahassüs, hayal, hatıra, meşrep, eda, ve lisan birliğinin ördüğü, tek nüshalı ve şahsiyetli bir ruh necsinden ibarettir; mutlak ve müstakil bir vahit temsil eden bu ruh necsinin zarfı da Anadolu’dur”(6).

Din Kader Midir?

Diğer bütün milletler de olduğu gibi, biz Türkler de, tarihimizde zaman zaman geniş kitleler halinde din değiştirmişizdir. Mesela Göktürkler zamanında Bilge Kağan, Şaman dinini terk edip Budizm’i devletin resmi dini olarak kabul etmek istemiş, ancak Vezir Bilge Tonyukuk, Budizm’in yerleşik toplumlar için uygun olduğunu, Türkler gibi hareketli toplumlara zarar vererek bu toplumların bünyesini bozacağı gerekçesiyle buna karşı çıkmış ve Bilge Kağan’ı bu düşüncesinden vazgeçirmiştir. Göktürklerden sonra aynı coğrafyada egemen olan Uygurlar, Budizm’i ve Maniheizm’i kabul ettikleri için kısa sürede yok olup gitmişler, daha doğrusu Çin Devleti’nin boyunduruğuna girerek Bilge Tonyukuk’u, öngörüsünde haklı çıkarmışlardır. Bugün özellikle Doğu Türkistan Türkleri’nin hâlâ Çin’in boyunduruğunda olmasının bir sebebi de  Uygurların vaktiyle yapmış oldukları bu yanlış din tercihleridir.

Bunlara ilave olarak Türklerin, M. 7. yüzyılın sonundan itibaren İslamiyet ile tanıştığını ve 10 yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise geniş kitleler halinde Müslüman olduklarını söylememiz icap etmektedir. Eğer din konusu kader konusu olsaydı, herhalde bugün biz Türklerin, hâlâ Gök Tengri’ye inanıyor ve Şaman kültürünü yaşatıyor olmamız, Arapların da silme Putperest ve Müşrik olmaları gerekirdi.

HOCA AHMET YESEVÎ | CEMHABER

Yesevi Hikmetlerini Türkçe Söylemiştir!

Kendisine “Müslüman mısın?” diye sorulan soruya “Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım” şeklinde, “Biz Müslümanlığını sorduk, neden işin içine Türklüğü karıştırıyorsun?” sorusuna ise “Din seçim, Türklük kaderdir” şeklinde cevap verdi mi? Bu sözler gerçekten kendisine mi ait? (Rivayet) Bu sözlerin ona ait olmadığını söyleyenler de var. Hoca Ahmet Yesevî’nin 1093-1166 yıllarında yaşadığını, “Divan-ı Hikmet” isimli kitabının ise ancak vefatından 250-300 sene sonra olmak üzere 15. asırda toplanan şiirlerinden oluştuğunu düşünürsek, bu sözlerin de kendisine ait olabileceğini ve her nedense (belki de dönemin İslam anlayışına ters geldiği için) “Divan-ı Hikmet” isimli eserinin dışında bırakıldığı akla gelmektedir. Bu durumda, peşin peşin bu sözlerin Hoca Ahmet Yesevi’ye ait olmadığını ve tevatür  olduğunu söylemek, ilmi bir davranış olmaz.

Sözlerin  Hoca Ahmet Ahmet Yesevî’ye ait olmaması için bir sebep yoktur. Çünkü Hoca Ahmet Yesevî’nin, üst satırlarda bahsi geçen sözleri de söylemiş olabileceğini açıkça -sarahten- anlayabiliriz:

“Sevmiyorlar bilginler, sizin Türkçe dilini,
Bilgelerden dinlesen, açar gönül ilini,
Ayet -hadis anlamı Türkçe olsa duyarlar,
Anlamına erenler, başı eğip uyarlar,
Miskin zayıf Hoca Ahmet, yedi atana rahmet
Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi”(7).

TBMM Başkanı Şentop, Türkistan'da Hoca Ahmet Yesevi Türbesi'ni ziyaret etti - Avrasya'dan - Haber - TRT Avaz

Türklüğümüzü  Hoca Ahmet Yesevî’ye Borçluyuz

“Daha sağlığında, binlerce öğrenci, Ahmed Yesevî mektebinden aldıkları inanç, bilgi ve bilinci Horasan’a, Deşti Kıpçak diye adlandırılan Kuzey Türklük bölgelerine, Diyâr-ı Rûm (Roma Diyarı) diye adlandırılan Anadolu’ya ve Avrupa Türklüğüne ulaştırmışlardır. Anadolu’da ve Rumeli’de Türk varlığının kökleşmesinde en büyük hisselerden biri, Yesevî takipçilerinindir… Ahmed Yesevî, binlerce yıllık Türk töresinin verdiği doğru ölçülerle de donanmış bir kişi olarak; İslam’ı doğru anlamış ve dosdoğru anlatmıştır. Milliyetin temeli ‘dil’ ve ‘din’ ise, biz dilimizin edebî hayâtiyetini ve Müslümanlık anlayışımızı, Ahmed Yesevî’ye de borçluyuz. (Prof. Dr. Hikmet Özdemir)

Kazakistan Hoca Ahmet Yesevi Camii - Türkiye Diyanet Vakfı Resmi Web Sitesi

Ahmed Yesevî, Hanefî bir âlimdir. İslamiyet’i Türklere sevdirmek başlıca gayesi olmuştur…
Eserlerini, anlaşılır olmak uğruna Türkçe yazdı. Onun amacı sadece, İslamı okuma yazma bilmeyen geniş toplumlara ulaştırmaktı. İşte bu yüzden şiir külliyatı olanDîvân-ı Hikmet, Fakirnâme ve en son Kazak araştırmacı Dr. Muhammedrahim Carhammed Uli tarafından bizlere ulaşan Risâle isimli eserlerini yerel dil olan Türkçeyle yazmıştır. Yesevî öğretisinin bu denli etkili olmasının temel sebeplerinden biri; Ahmed Yesevî’nin düşüncelerini anlatmak için, o dönemde gelenek olduğu üzere Arapça veya Farsçayı değil, Türkçeyi seçmesidir. Hece vezniyle yazdığı şiirlerle öğretisinin hızla yayılmasını ve kuşaktan kuşağa kolayca aktarılmasını sağlayan Yesevî’nin Hikmet olarak adlandırılan ve yüzyıllarca sözlü olarak yaşatılan şiirleri, XV. yüzyılda yazıya geçirilerek Dîvân-ı Hikmet adı altında toplanmış ve elden ele dolaşmıştır.

İslam’ın değerlerini Türk kültürünün değerleriyle kaynaştıran Yesevî öğretisi, özellikle bozkırlarda yaşayan Türk boylarının İslamiyet’i benimsemesini kolaylaştırmıştır. İslam’ı tanımalarına ve benimsemelerine karşın, var olan değerlerinden kopmayan bu topluluklar için, kentli din bilginlerinin sunduğu kuralcı İslamiyet’ten çok, dervişlerin sunduğu, dine esnek yaklaşan ve eski inançları yadsımayan bir İslam anlayışı, daha yakın gelmiştir. Böylece ‘Şaman’ geleneklerinin bir kısmı az ya da çok değişikliklere uğrasa bile, varlığını sürdürmüştür. Kazakistan’da ‘Yesevî zikri’ adı verilen törenlerde, geleneğin İslami değerlerle kaynaştırılarak bugün bile sürdürüldüğü görülebilir. Bu örnekler, Yesevî’nin temsil ettiği İslam’ın, var olan inanç sisteminin tamamen terk edilmesini şart koşmadığını ortaya koymaktadır.

Bu yüzden bugün yalnızca Kazakistan’da değil, eski Türkistan toprakları üzerinde yaşayan Türk topluluklarının çoğunda Şaman geleneklerinden izler görülür. Üstelik bu uygulamalar, Ahmed Yesevî’nin izinden gidenlerce Anadolu’ya ve Balkanlar’a da taşınmıştır. Türk milliyetinin hamurkârı olan Ahmed Yesevî, Türk aydınlarının Arapça ve Farsça yazdığı bir dönemde, ilk defa Türkçe şiirler söyleyen insandır. Türk dünyasında çok iyi tanınır ve bilinir. Büyük şairimiz Yahya Kemal Beyatlı; “Şu Ahmed Yesevî kim? Bir araştırın göreceksiniz. Bizim milliyetimizi asıl onda bulacaksınız?” diyor… Ahmed Yesevî’nin öğrencileri ve takipçileri, onun ‘Hikmet’ denilen şiirlerini yüzlerce yıldan beri tekrarlayarak Türk dilinin gelişmesini sağlamışlardır.

Sözgelimi Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet’indeki;

‘Işkıng kıldı şeyda mini
Cümle alem bildi mini
Kaygum sinsin tüni küni
Minge sinok kirek sin…’

Yunus Emre Divanı’nda;

‘Aşkın aldı benden beni
Bana seni gerek seni
Ben yanarım tünü günü
Bana seni gerek seni’

Hace Ahmet Yesevi kimdir? Hace Ahmet Yesevi hayatı ve eserleri - Yaşam Haberleri

İki şiirin tamamını karşılaştırdığımız zaman, temanın ve bazı mısraların birbirinin aynısı olduğunu görürüz. Ahmed Yesevî ve öğrencileri, henüz büyük kısmı Müslüman olmamış, olanları da yeteri kadar dini bilmeyen Türklere İslamiyeti anlatmak gayretiyle Türkçe söylemişler ve Türkçenin devamına ve gelişmesine en büyük hizmeti yapmışlardır.”
– Peçenekler, devlet kuramadıkları için Avrupa ulusları arasında tamamıyla Hristiyanlaşarak ve hatta Slavlaşarak tarih sahnesinden silindikleri halde, Uzlar devlet kurma şansını elde ettiklerinden bugünkü Macaristan’da ve Moldova’da halen yaşamaya devam etmektedirler. Elbette Hristiyanlaşarak. Gagavuzlar (Gökoğuzlar), 1071 yılında Malazgirt’te Selçuklu ordusuna yardım eden Uzlar’ın (yani Oğuzların) bugünkü torunları kabul edilmektedir.
-N.Fazıl Kısakürek’in “Babıali” isimli eseri

Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’ye ait bir anekdot var. Anekdot şöyle:
Bir gün Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî Hazretleri’ne sormuşlar:
-“Müslüman mısın?”
-“Elhamdülillah Türk’üm, Müslüman’ım” demiş.
-“Neden Türklüğü katıyorsun, biz dinini soruyoruz” demişler.
– ”Din seçim, Türklük kaderdir” demiş.

Bu anekdot doğru mudur yoksa tıpkı Hz. Peygamber’e  isnat edildiği gibi Pîr-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’ye isnat edilmiş  bir rivayet midir bilemeyiz. Ahmet Yesevî üzerine incelemeleri de bulunan bir araştırmacıya  sorduğumuzda kendisi,  “Uydurma bir söz! Maalesef İslam kozmolojisine de aykırı. Ruhların yaratılışı daha kadimdir çünkü ve İslam ruh kimliğidir.” şeklinde bir izahatta bulundu. Bu sözlerine kuvvet kazandırmak için de Yusuf Hemedani ve İmam Ebu Hanife’ye atıfta bulunarak şunları söyledi: “Yusuf Hemedani hz., ruhların yaratıldıktan sonra 5 millete taksim edildiğini alem-i ervahta aynı millete mensup olana insanların halk aleminde karşılaştıklarında birbirine ünsiyet duyduklarını yazmıştır. ‘İnsanlar at toplulukları gibidir … ‘ diye giden bir hadisi şerh ederek… Ruhani mensubiyet esastır, Fıkh-ı Ekber’de de bu anlamda bir izah yapar Ebu Hanife…”(1).

 Hoca Ahmet Yesevî’ye ait olmasa bile böyle bir kabulün, kesinlikle doğru, bilimsel ve İslami olduğuna da inanıyoruz. Yani  din bir tercih konusu, milliyet ise kader konusudur. Eğer İslam bir ruh kimliği olsaydı ve ruhların yaratıldığı sırada topluca bütün ruhlara başlı başına bir program şeklinde yüklenseydi, bugün dünyada yaşayan herkesin Müslüman olması gerekirdi. Oysa bugün yeryüzünde bulunan yaklaşık 7 milyar insandan ancak 1.5 milyar kadarı Müslüman’dır.
Eğer İslam’ı bir tercih konusundan çıkarıp, kader konusuna dahil edersek, Kur’an’da geçen “Dinde zorlama yoktur…”(Bakara, 2/256) ve “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”(Kâfirûn, 109/6) şeklinde geçen ayetlere de aykırı hareket etmiş oluruz. Yine eğer genelde din, özelde ise İslam bir kader konusu olup, yine ruhların topluca yaratıldığı sırada bütün ruhlara aynı anda komutlansaydı, bütün insanlar dindar ve hatta Müslüman olarak doğar, yaşar ve ölürlerdi. Bu sebeple de Allah peygamber ve kitap göndermeye ihtiyaç duymazdı. Özetle; Allah, “Allah nezdinde hak din İslâm’dır…”(Âl-i İmrân-3/19) diyerek kendi tercihini ortaya koymuş ve kendi tercihleri konusunda ise insanları özgür bırakmıştır. Ayrıca eğer genelde din, özelde ise İslam bir kader konusu olsaydı, cennet ve cehenneme ihtiyaç kalmaz, böylece Allah’ın sapıtmış kullarını cezalandırma yetkisi de olmazdı. Aksi bir kabul ise radikal dinci örgütlerin savunduğu ve sözüm ona uğrunda kanlı savaşlar verdikleri düşüncelere ve radikal İslam yorumlarına yaklaşmak olur ki; böyle bir kabulden Müslümanları , İslam’ı  ve insanlığı Allah korusun…

Buhari’de de (bk. Cenaiz-80) bulunan ve Hz. Peygamber’e atfedilen “Doğan her çocuk ‘İslam Fıtratı’ üzerine doğar, ancak inancı annesinin ve babasının inancına göre şekillenir” şeklindeki hadis gelebilir. Bu hadis sahih midir bilmiyoruz. Ancak bugün Buhari’nin eserinde bile şüpheli  hadislerin bulunduğu, genel kabul gören bir görüştür. Öte yandan bu hadis sahih olsa bile, Hz. Peygamber, bu sözü muhtemelen, çocukların masum ve günahsız olarak dünyaya geldiğini, onların yanlış yola sapmalarında ailelerin etkili olduğunu ve çocukların iyi yetiştirilmesi konusunda ailelere büyük iş düştüğünü vurgulamak için söylemiş olmalıdır. Yoksa, eğer dediğimiz gibi doğan her çocuk, ruh haritasına İslamiyet işlenmiş olarak doğmuş olsaydı, dış faktörlerin etkisiyle değişmez, hep İslam üzere kalırdı. Yani bir anlamda Allah onları koruma altına almış olurdu.

Yusuf Hemedani’nin şerhini yaptığını söylediği ve “İnsanlar at toplulukları gibidir…” şeklinde başlayan bir hadisi yine şüpheli bakmak gerekir. Eğer varsa, kaynağının tam araştırılması  ve sağlam bir hadis olması gereklidir. Çünkü insanların atlara benzetilmesi en başta “Biz insanı en güzel şekilde yarattık” (Tîn-95/4) ayeti kerimesine aykırıdır!  Hz. Peygamber’in, insanları atlarla kıyasladığını (en azından Eşref-i Mahluk açısından) bilemeyiz.

Din tercihtir, milliyet ise kader. Bu sebeple tercihler değişebilir, kader ise asla. Bunun içindir ki; dünyada dinsiz insan vardır ama milliyetsiz insan hiç yoktur… Kur’an’da şöyle buyrulmuştur: “Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık…” (Kur’an-ı Kerim, 49/13). Bu ayet hükmüne göre; milliyeti inkâr edenler küfre sapmış olurlar. Aslını inkar eden haramzadedir. Yani kâfir olurlar. Dinimize göre; onlara kâfirlere uygulanan muameleyi uygulamak lazım gelir.

Bu ülkedeki Türklük ve Milliyetçilik (buna ulusalcılık da dahildir) duygusunun hala dipdiri yaşadığı şeklinde düşünebiliriz.  Türk Milliyetçiliği bu ülkede hâlâ dimdik ayaktadır. Yeri ve zamanı geldiğinde, tıpkı bir Zümrüd-ü Anka gibi küllerinden tekrar doğacaktır! Daha doğrusu bütün canlılığı ile hayatta olduğunu cümle aleme tekrar gösterecektir. Bu sebeple, hiç kimse Türk Milliyetçiliği’ni, MHP’nin almış olduğu oy oranına veya milletvekili sayısına göre değerlendirme yanlışına düşmemelidir… (Kaldı ki; anketçilerin sınıfta kaldığı tahminlere rağmen iyi bir çıkış yakalamıştır.) Türkiye’de terör ve terörist akımlar söyleme döndüğünde her zaman Milliyetçilik pirim yapmış ve ve MHP son sığınak olarak ülkenin sigortası olarak görülmüştür.

Hoca Ahmet Yesevi Kimdir? Hoca Ahmet Yesevi'nin Hayatı ve Eserleri | İslam ve İhsan

 

Ancak kan bağı, asabiyet veya soy bağı anlamındaki milliyet, asla değişmez ve değiştirilemez. Çünkü bu anlamdaki milliyet, genetik bir olaydır ve Yüce Allah cc tarafından kurgulanmış, programlanmış, formüle ve modifiye edilmiş bir durumdur. Yüce Allah’ın formüle ettiği bir sistemi, yaratıkların değiştirmesi ise asla mümkün değildir. Adam Amerikan tabiyetindedir ama aslen İtalyan’dır. Adam Alman vatandaşıdır ama aslen Türk’tür. Adam kanada vatandaşıdır ama aslen İngiliz’dir vs. Bir kişi kendi milliyetini unutmuş olsa bile, onun hangi millete mensup olduğu genlerine bakılarak bugün rahatlıkla tespit edilebilmektedir. Amerikalı vardır. Amerikanya yoktur. DNA testi denilen tıbbi teknoloji, bunu kolaylıkla tespit edebilmektedir günümüzde. Hatta bu teknoloji sayesinde sadece hayattakilerin değil, binlerce yıl önce ölmüş olanların milliyetleri bile üç aşağı, beş yukarı tespit edilebilmektedir. Hatta dikkatli bir göz, bir insanın hangi ırka mensup olduğunu kolayca tespit edebilmektedir. Ancak din öyle mi? Kimin hangi dine mensup olduğunu, ancak o kimsenin icra edeceği dini ritüellerden tespit edebilirsiniz. Çünkü birincisi Allah’ın alameti, ikincisi ise insanların kendi tercihleriyle edindikleri bir davranış kalıbıdır.
                                                                                                                                                                              II. BÖLÜM

Kıymetli Okurlarım;

“Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa Müslüman’dır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır (Macarlar gibi). Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.”(1)

“Cây-ı dikkat bir hal…” Yani dikkat edilecek bir durum. Üstad Hazretleri, dikkatleri evvelâ mevzunun üzerine çekiyor; devamında ise bunu izah ediyor.

Burayı daha iyi anlamak için, bu cümlelerin geçtiği yeri iyice mütalaa etmek gerekir. Mektubat adlı eserin ekseriyeti Üstad Hazretlerinin talebesi İbrahim Hulusî Yahyagil’in suallerine verilen cevaplardır. Üstad Hazretlerinin ifadesiyle Yirmi Altıncı Mektûb; “…iblisi ilzam ve ehl-i tuğyanı iskat eden, gayet mühim bir mektûbdur.” (2)

26. Mektup; insanları istikamet yolundan saptırmaya çalışan şeytanı susturan, yanlışlarını delilleriyle ispat eden, zulüm, küfür, azgınlık ve taşkınlıkta ileri gidenleri aşağı düşürüp, hükümsüz bırakan çok mühim bir mektuptur. (Abdulkadir ÇELEBİOĞLU)

Bu Mektubun Üçüncü Mebhas’ında şöyle buyurulur:

“… hayat-ı içtimaiye-i beşeriyenin münasebatına dair gayet mühim bir sırrını ve insanlar, millet millet ve kabile kabile yaratılmasının mühim bir hikmetini Yedi Mesele ile tefsir ediyor.

Bu mebhas, milliyetçilere mühim bir tiryaktır. Bu zamanın en müthiş marazına gayet nâfi’ bir ilaçtır. Ve sahtekâr hamiyet-füruşların ve yalancı milliyet-perverlerin yüzlerindeki perdeyi açar, sahtekârlıklarını gösterir.”(3)

Evvelâ hakiki söz sahibi olan “Kur’ân-ı Kerîm” ile başlayalım.

Birçok müfessir Mâide Sûresi’nin 54. Âyeti’nin Türklere işaret ettiğini ifade etmişlerdir.

“Ey îman edenler! Sizden kim dininden dönerse (bilsin ki) Allah, sevdiği ve kendisini seven, mü’minlere karşı alçakgönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu bir toplum getireektir. (Bunlar) Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayanın kınamasından korkmazlar (hiçbir kimsenin kınamasına aldırmazlar). Bu, Allah’ın dilediğine verdiği lütfudur. Allah’ın lütfu ve ilmi geniştir.”(4)

Üstad Hazretleri şöyle der; “Ayetine güzel bir mâsadak oldunuz. Şimdi Avrupa’nın ve Frenk-meşrep münafıkların desiselerine uyup şu âyetin evvelindeki hitaba mâsadak olmaktan çekinmelisiniz ve korkmalısınız!” (5)

Mâide Sûresi’nin 53. Âyeti’nin sonunda ise şu ibareler geçer; “…Bütün çabaladıkları boşuna gitti de zarar içinde kaldılar.”(6)

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm.) de şöyle buyurmaktadır: “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayın!” (7)

Şimdi de şerhini yaptığımız metnin müellifi Üstad Hazretlerine kulak verelim.

“Şarkın en cesur ve kuvvetli ve kesretli kavmi ve İslâmiyet’in en kahraman ordusu olan Türk milleti…”(8)

Bu cümleden Türklerin 4 hususiyeti ortaya çıkıyor:

– Şarkın (Doğu’nun) en cesuru.
– En kuvvetlisi.
– En kesretlisi (çok olanı).
– İslâmiyet’in en kahraman ordusu.

M. Said ÇETİN م. سعيد چتين on Twitter: "Bediüzzaman Diyor Ki: ..... Türk  milletine kılıç çekilmez ve ben de çekmem. ◾️Tarihçe-i Hayat “ İslamiyete  hizmet sebeb-i Hürmettir. “ #İslam https://t.co/HWnmtWXJEB" / Twitter

“Türk denilen bu vatan ehl-i imanı…” (9)

“Türk milleti Kur’ân’ın bayraktarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu…” (10)

Bu ifadelerden de Türklerin üç hususiyeti göze çarpıyor.

– Bu vatanın ehl-i imanı,
– Kur’ân’ın bayraktarı,
– Senâ-i Kur’âniyeye mazhariyet.

“…asil Türk milleti…” (11)

“Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz.” (12)

– Asil,
– Dindar,
– Cengâver,
– İmanlı,
– Cesur.

Burada da Türklerin beş vasfı belirtilmiştir.

Türklerin soyu ile alâkalı şunları söyleyebilir:

“Türklerin soyu Tevrat’ın naklettiği ve İbn-i Haldun’un da kabul ettiğine göre Hz. Nuh (as)’un oğlu Yafes’ten gelir. Yafes’in büyük oğlunun adı ise Türk’tür.” (13), (14).

Türkler, İslâm ile şerefyâb olunca yükseldi ve yüceldi. Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle İslâm ile “mezc oldu.” Türk kelimesi İslâm ile birlikte zikredilmeye başladı. Türkler bu “yeni” din ile “yeni” bir kimliğe kavuşmuş oldu.

Konu ile alâkalı; “Türkler, İslâm dinine girmeleri ile bu yeni din sâyesinde yepyeni bir hüviyete sahip olmuşlar…”(15) denilebilir.

Türkler aynı zamanda idarecilikte de çok maharetlidir; komutanlık ve yöneticilik vazifelerini hakkıyla ifa etmişlerdir.

“Artık Türkler her şeye hâkim oldular. Diğer bütün insanlara onların emirlerini dinlemek ve itaat etmekten başka ne kaldı?!” (16)

Türklerin “hâkim” olmasını ve “âmiriyet”ini Batılı yazarlar ve fikir adamları da dile getirmişlerdir.

“Sadece Orta Doğu’da değil, hemen hemen dünyanın her yerinde genellikle Türkler, bir azınlık olmalarına rağmen daima hâkim unsur olmuşlardır.”(17)

Bediüzzaman Hazretleri de Türklerin idarecilik yönlerine şöyle dikkat çekmektedir:

“Türkler bizim aklımız… Biz de onların kuvveti… Mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız.”(18)

Buradan da anlaşılacağı üzere Üstad Hazretleri Türkler ile Kürtlerin birlikte hareket etmelerini ve dik başlılık yapılmamalarını belirtmiştir.

Sadece Türkler ile Kürtlerin değil, Arapların da bir olması gerektiğine dikkat çeken Üstad şöyle buyurur:

“İnşâallah yine Araplar yeisi bırakıp İslâmiyet’in kahraman ordusu olan Türklerle hakiki bir tesanüd, ittifak ile el ele verip Kur’an’ın bayrağını dünyanın her tarafında ilan edeceklerdir.”(19)

Necip Fazıl yazdı Said Nursi yayınladı: Lozan'da Türkleri İslam'dan soğutma  kararı

Osmanlı İmparatorluğu ittihâd ve ittifâkın mücessem bir misalidir.

“Osmanlı İmparatorluğu’nun (…) muharip gazilerin(in) gerek Arap olsun, gerek Türk, her iki lisanda aynı olan bir tek şiarı, parolası vardı. O da şüphesiz ‘Allahu Ekber – Allah Büyüktür’ idi.”(20)

Şimdi de diğer kelimenin izahı ile devam edelim.

“…anâsır-ı İslâmiye içinde…” cümlesinde geçen “anâsır” kelimesi; unsurlar, milletler ve birçok şeyden teşekkül edenler mânasına gelmektedir. “Anâsır-ı İslâmiye” ise; birçok milletten meydana gelmiş Müslümanlar demektir.

Cümle “…en kesretli olduğu halde…” diye devam ediyor. Burada Tarihi ve nüfus olarak da bir hakikate işaret edilmektedir. Türkler Müslümanlar içerisinde en kalabalık olan bir millettir.

“…dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslüman’dır.” İslâmiyet’in ilk yıllarında “Araplar geliyor!..” denildiğinde akla Müslümanlar geliyordu. Aynen onun gibi daha sonra İslâm’ın sancaktarlığı vazifesini alan Türkler de fetihlere gittikleri zaman, “Türkler geliyor!..” denildiğinde akla Müslümanlar gelirdi. Çünkü Türkler; gaza-cihad anlayışı ile hareket eden ordulara sahip olup, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna gayret gösterdikleri için artık mensup oldukları din ile bütünleşmişlerdir. Çok az sayıda da olsa başka dine mensup Türklerin bulunması bu kaideyi bozmadığı gibi, tarihî kayıtlar da Türkler ile İslâmiyet’in bütünleştiğine şahit bir delildir. Diğer dinlere mensup olan Türkler şu şekilde sıralanabilir; Macar, Bulgar ve Gagavuz Türkleri, Hristiyan; Hazar Türkleri, Yahudi; Yakut Türkleri, Şamanist ve Tengricidir. Uygur Türklerinin bir kısmı da Budist ve Maniheisttir. Medeniyetten uzak olan bazı Orta Asya Türk kabileleri ise Gök Tanrı inancına bağlıdır.

“Sâir unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir.” Bu cümleden de anlaşılacağı üzere; Türkler, diğer Müslüman milletler gibi değildir; Müslümandırlar. Onlardaki bu hususiyet diğer Müslüman milletlerde görülmemektedir. Diğer Müslüman milletlerde Müslüman ve Müslüman olmayan diye bir tasnif vardır. Türklerde ise böyle bir tasnif, iki kısma taksim olma, ayrılma yoktur. Meselâ Araplarda hâtırı sayılır bir Hristiyan topluluk vardır. Kürtlerde Müslüman, Yezidî, Ezidî, Zerdüştlük gibi diğer din mensupları vardır. Farslarda Mecusî ve benzeri dinlere inanan topluluklar vardır. Gürcülerin bir kısmı Müslüman, bir kısmı ise Hristiyan’dır. Diğer kavimleri de buna kıyas edebiliriz.

“Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler, Türklükten dahi çıkmışlardır.” Burada da ilmî bir tespit yapılmıştır. Üstad Hazretleri buna Macarları misal göstererek iddiasının delilini ortaya koymuştur.

Macarlar ve Bulgarlar Hristiyanların arasında kalarak Slavlaşmış ve bir çeşit asimile olmuşlardır. Hazarlar da aynı şekilde kendi benliklerini unutmuş, Yahudi olmuş ve “Türklükten dahi çıkmışlardır.”

“Halbuki küçük unsurlarda dahi hem müslim ve hem de gayr-ı müslim var.” Burada geçen küçük unsurlar yani küçük milletler tabiri diğer bütün Müslümanlara şâmildir. Türklerde Müslüman nüfusun tamamına yakın bir nisbet sayılabildiği içindir ki; “Türk, Müslüman demektir.”(21) şeklinde yerleşmiştir.

” Türkler hakkında sena-i Peygamberî muhakkaktır. Birkaç yerde Türklerden ehemmiyetle bahsetmiş. Hadîs var… Bir numunesi, Sultan Fatih hakkındaki hadîstir.”(22)

Burada İstanbul’un fethi ile alâkalı olan hadis-i şerif misal veriliyor; hem komutan hem de ordusu methediliyor. Şimdi de konu ile alâkalı diğer hadislere göz atalım:

“Konstantiniyye (İstanbul) mutlaka feth olunacaktır. Onu fetheden kumandan ne güzel kumandandır. Ve o asker ne güzel askerdir.”(23)

“Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin. Çünkü milletimin mülkünü ve Allah’ın ona ihsanını en evvel Kantura (Türk) nesli alacaktır.”(24)

“Habeşliler sizle uğraşmadıkça siz sizde onlarla uğraşmayınız. Hele Türkler size dokunmadığı sürece siz de Türkler’e (sakın) dokunmayınız!”(25)

“Hıfz on kısma ayrılmıştır. Dokuzu Türklerde, biri (de) diğer insanlardadır.”(26)

Burada geçen medihler; Türklerin İslâm dinine yapmış oldukları hizmetlerinden dolayıdır. İslâm’a göre ölçü budur. Bu mânada Arapları da öven hadisler mevcuttur.

Said Nursi: Nerede Türk varsa Müslümandır, Müslümanlıktan çıkan Türklükten  de çıkmıştır

Dipnotlar:

1. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s.364.
2. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 309.
3. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, Fihrist, s.566
4. Mâide Sûresi, 54. Âyet.
5. Bediüzzaman Said Nursî, Mektûbat, s. 354.
6. Mâide Sûresi, 53. Âyet.
7. Ebû Dâvûd, Sünen-i Ebû Dâvûd, Mısır Tabı, c.4, s.112.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, Beşinci Şua, s. 488.
9. Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat s. 477.
10. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-I, s. 281.
11. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 206.
12. Bediüzzaman Said Nursî, Şualar, On Dördüncü Şua, s. 438.
13. bk. İbn-i Haldun, Tarih-i İbn-i Haldun, Mısır Tabı, c.1, s. 8.
14. bk. Zekeriya Kitapçı, Yeni İslâm Tarihi ve Türkistan, c.1, s. 34.
15. Lewis B., The Emergency of Modern Turkey, London, s. 325.
16. El-Mesudî, Mürucu’z-Zeheb, Bulak, 1383, c.2, s. 336.
17. Lewis, B., The Middle East and West, London, s. 20.
18. Bediüzzaman Said Nursî, Âsâr-ı Bediiye, s. 466.
19. Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye.
20. Zekeriya Kitapçı, Türklerin İslâm Medeniyetlerindeki Yeri, Ankara, 1972.
21. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 222.
22. Bediüzzaman Said Nursî, Emirdağ Lâhikası-II, s. 39.
23. Buhârî; Tarihu’l-Kebîr, cilt 1, kısım 2, s.81; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/42; El-Hakîm, Müstedrek 4/42-422.
24. İmam Taberânî, Mu’cemü’l-Kebîr/Mu’cemü’l-Evsat.
25. Ebû Dâvûd, Sünen-i Dâvûd, c.4, s.112.
26. Ahmed Ziyaeddin Gümüşhanevî, Ramuz El-hadîs, 4140 nolu hadîs.

Saygılarımla.

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir