DEMOKRASİ(Tarihi): İNSAN OLMANIN GEREKLİLİĞİ

 

Antik Yunanistan: Demokrasi Nasıl Ortaya Çıktı, Yönetim Sitemi Nasıldı?

 

Kıymetli sayfa dostlarım insanoğlu varoluşundan bu yana hep âdil paylaşım ve yaşam eşitliği için mücadele vermiştir. Bu mücadelelerin en belirginlerini sizlerle gözde geçirmek istedim.

Antik Yunan şehir devletlerinde uygulanmış olan demokrasi çeşitlidir. Atina devlet yönetimi, antik çağın bilinen ilk demokrasisi ve belki de en önemlisidir. Diğer Yunan şehirleri de demokrasi yönetimi kurmalarına rağmen ya Atina modelini seçmemişler ya da istikrarı sağlayamamışlardır. Bilinen ilk doğrudan demokrasi denemesidir. Doğrudan demokrasi, Atina’da yaşayan herkesin devlet yönetimine katılma hakkı olduğu anlamına gelmez. Fakat karar alıcı sistemin içinde yer alanlar için ekonomik düzey gibi herhangi bir ölçüt de yoktur. Atinalı vatandaşlar temsilci seçmezler, onun yerine yasaları ve vergi icralarını oylayarak karar verirlerdi.

DemokrasiYunanca bir sözcüktür. Sözcüğün son kısmı “kratos”; iktidar, yönetme, güç anlamına gelmektedir. “Demos” sözcüğü ise; halk, yurttaş topluluğu, sıradan halk gibi pek çok anlamı olan bir sözcüktür.

Demokrasiyi de siyaseti de yani kamusal tartışma sonucu karar alma ve uyma sanatını keşfedenler de Yunanlardı. Sözde kabile demokrasileri ya da erken dönem Mezopotamya’sında bulunduğu düşünülen demokrasileri de reddedemeyiz ancak bunlar tarihe ve de kendilerinden sonraki toplumlar üzerine önemli etki bırakmamışlardır. Yunanlar siyaset hakkında sistematik olarak düşünmede, gözlemlemede, yorumlamada ve siyaset teorileri oluşturmada bir ilkti.

MÖ 5. ve 4. yüzyıl Atina’sı iyi ve yeterli sebepler yüzünden aynı zamanda düşünsel olarak da yeni ufuklar açan bir örnekti.

Solon (MÖ 594), Kleisthenes (MÖ 508) ve Atinalı Efialtes (MÖ 462) Atina demokrasisinin gelişmesinde büyük katkı sağlamışlardır. Tarihçiler hangisinin daha demokratik hareketler ve reformlar yaptığı konusunda farklı yorumlarda bulunur. Atina demokrasisinin genel olarak Klistenis’in reformlarıyla kurulduğu kabul edilir. Diğer taraftan, 7. yüzyılda Pisistratus‘un yönetimi ele geçirmesiyle tiranlık rejimi ortaya çıkmış, Solon’un reform çalışmalarına rağmen Atina’da da tiranlık dönemi yaşanmıştır. Bu dönemin sonunda ise Efialtis, diğerlerine nazaran daha barışçıl şekilde, Klistenis reformlarını yenilemeye çalışmıştır.

En büyük demokratik lider olarak gösterilen Perikles‘in ölümünden sonra ve Peloponez Savaşı‘nın sonuna doğru Atina demokrasisi iki defa kesintiye uğrayarak oligarşik yapıya bürünmüştür. Eukleides döneminde yenilenerek kuruldu. 4. yüzyıldaki bu yenilenme Perikles sisteminden daha fazla detay içeriyordu. Atina demokrasisi MÖ 322 yılında yok edildi. Bu demokrasi şekli daha sonraları da kuruldu fakat hangisinin gerçek demokrasi olduğu tartışılabilir bir konudur.

Atina’nın nüfusu ve bu nüfusun ne kadarının demokrasiye katıldığı hakkındaki bilgiler sadece yakın tahminlerden oluşur. Atina nüfusu içindeki köle ve Atina dışından gelen nüfus sürekli olarak değişmiştir. MÖ 4. yüzyılda Atina nüfusunun 250.000-300.000 arasında olduğu tahmin edilir. Bu nüfusun 100.000’i Atina vatandaşı ve Atina vatandaşları arasında da sadece 40.000’i oy verme hakkına sahip yetişkin erkek nüfusu bulunduğu tahmin edilir. MÖ 5. yüzyılın ortalarında oy verme hakkına sahip erkek vatandaşların sayısı 60.000’i geçmişse de Pelopennes Savaşları yüzünden hızlı bir düşüş göstermiştir. Modern bakış açısına göre demokrasiye katılım oldukça küçük olarak gözükse de antik çağlar için oldukça büyük bir katılım olduğu söylenebilir. Diğer şehir devletlerinde en fazla 1.000-1.500 kişilik katılımlar olmuş, o zamanın en büyük şehirlerinden biri olan Korint‘te bile en fazla 15.000 kişilik erkek nüfusu demokrasiye katılımı sağlanabilmiştir.

Vatandaş olmayan nüfus iki şekilde tanımlanır. Bunlar Atina dışından gelip yerleşmiş olanlar ve köleler. Muhtemelen köleler daha çoktu. Hatip Hiperides, MÖ 338 yılarında Atina’da 150.000’den fazla kölenin olduğunu söyler. Kölelerin sayısı Atina vatandaşlarının sayısından fazla olması Atinalıların üzerinde pek bir iş yükünün olmadığını gösterir.

Polis; birçok araştırmacı ve bilim adamı tarafından ‘kent devleti’ olarak adlandırılır. Yunan yarım adasını, Anadolu’nun batı kıyılarını, Ege adalarını ve Güney İtalya ve Sicilya’yı kapsayan Eski Yunan dünyasının en parlak döneminin toplumsal ve siyasal örgütleniş biçimi olmuştur. Polis, tarihte görülen diğer kent devletlerinden sosyoekonomik ve siyasal yapısı ve buna bağımlı olarak bağrında oluşan düşünce sistemleriyle de ayrılır.

Bir ya da birkaç kent ile bunların çevresindeki kırsal bölgeyi kapsayan, kent anlamında polis çeşitli tapınakları, devlet binaları, agorası, spor alanı (gymnasion), açık hava tiyatrosu vb. ile düzenli ve kompleks bir yapılanma görünümü veriyordu. Devletten daha kapsamlı bir kuruluştu; yalnızca toplumsal ve siyasal bir örgütleniş biçimi değil, aynı zamanda, dinsel, askerî ve ekonomik bir bütündü.

Aynı zamanda polis yüzyıllar sonra modern devletlerde görülecek olan demokrasiye de beşiklik yapmıştır.

Toplumsal Yapı

Yurttaşlar (politai): yurttaşlar polisin yerli halkını oluşturan ve belli haklara sahip olan özgür kişilerdir. Polis’in ilk dönemlerinde yurttaşlık toprak sahipliğiyle (oikos) özdeşti. Daha sonra silah kullanma hakkı olan her ergin erkek, yurttaşlığa kabul edildi. Yurttaşlar da çeşitli sınıflara bölünmüştü:

Eupatrid’ler (iyi doğmuşlar): yönetim mekanizmasını ellerinde tutup diğerlerini bundan yoksun bırakmış olan soylular.

Demiurgoi: ticaret ve zanaatlarla zenginleşen kentli orta sınıf.

Georgoi: küçük toprakları olan köylüler.

Thetes’ler: toprakları ve belli bir işleri olmayan kentli emekçiler.Antik Atina'dan Günümüze Miras: İlk Demokrasi Denemeleri | Nereye

Yabancılar (Metoikos’lar): genellikle zanaat ve ticaretle uğraşan yabancılar, özgür olmalarına karşın yine de hiçbir yurttaşlık hakkına sahip değillerdi. Yurttaşlık çeşitli maddi çıkarlar sağladığından, yabancılardan bazıları çeşitli yollarla kendilerini yurttaş kütüklerine yazdırmayı başarmışlardı. Fakat yurttaş sayısındaki artışın devlet harcamalarını da artırması, polisleri bu konuda önlemler almaya zorladı. 450 yılında PeriklesAtina’sı bir yasa çıkararak yurttaşlığa kabul edilmeyi Atinalı bir ana veya babadan doğmuş olma koşuluna bağladı. Böylece yurttaşlık Metioikos’ların hiçbir şekilde ele geçiremeyecekleri kalıtımsal bir ayrıcalık durumuna dönüştü.Köleler: Hiçbir hakları ve özgürlükleri yoktu. Sayıları ticaret ve endüstri de büyük atılım göstermişti. Köle Yunanların gözünde üretim aracıydı. İnsan sayılmazdı. Zengin polislerin yurttaşları servetlerini kölelere yatırıp onların ürettikleriyle geçinmeye başladılar. Üretim 5. yüzyılda köle emeğine dayanıyordu. Kölelerin polisin maddi gereksinimlerini sağlamaları, yurttaşların çeşitli kültürel etkinliklerde bulunmaları ve siyasetle uğraşmaları için gerekli boşa zaman yarattı; böylece doğrudan demokrasinin gelişmesine uygun bir ortam hazırlamış oldu.

Bu sınıflar arasında gerçekleşen çatışmalar, polislerdeki siyasal yaşamı etkileyip çeşitli rejim değişikliklerinin temel nedenlerini oluşturmaktan başka, demokratik gelişmelerle Yunan siyasal düşünüşünün gelişmesinde ve büyük düşünce okullarının ortaya çıkışında doğrudan etkili oldular. Çatışmalar sonucu siyasal ayrıcalıklar zamanla ortadan kaldırılıp bütün yurttaşların siyasal haklardan yararlanmaları sağlandı. Önceden siyasi kararlar siyasi liderlerce alınıyordu. Atina demos’u büyük bir köle nüfusunun dışlandığı azınlık bir elitti.

Meclis

Atina demokrasisinin çağımıza etkileri 1: Atina demokrasisinin temel değerleri -Erdoğan Işık – Özgür Denizli

Meclis savaş ve barış, antlaşmalar, finans, yasama, kamu işleri, kısaca yönetsel aktivitelerin tüm derecelerinde son karar yetkisine sahipti. Oturumlara herhangi bir gün katılabilecek olan on sekiz yaşın üzerinde binlerce yurttaştan oluşan kitlesel bir açık hava toplantısıydı. Meclis en az kırk kez olmak üzere yıl boyu sıklıkla toplanıyordu. Normalde gün içinde tartışılan konuyla ilgili kararlar günün sonunda verilir ve bu tartışmalara o sırada orada bulunan herkes kürsüye çıkıp söz alarak katılabilirdi. İsegoria (mecliste herkesin sahip olduğu söz alma hakkı) Yunan yazarlarca kimi zaman ‘demokrasi‘ ile eş anlamda kullanılmıştır. Meclis kararlarını oy çoğunluğu ile alırdı, konuşmaların dinlenmesinin ardından el kaldırılarak oylama yapılırdı.

İnsanlar yalnız seçme ve seçilme değil, aynı zamanda kamu düzeni hakkındaki bütün konularda karar verme ve kamusal ve özel, sivil ve tüm önemli durumlarda mahkeme üyeleri olarak yargılama hakkına sahiptiler. Otoritenin Meclis de toplanması, idari görevlerin dağılımı ve devri, kurayla seçilme, ücretli bir bürokrasinin yokluğu, halk jürisinden oluşan mahkemeler, bir parti mekanizmasının ve dolayısıyla da kamusallaşmış bir siyasi grubun oluşmasını engellemeye yarıyordu. Kurayla seçim ve memuriyet için ödeme, sistemin anahtar unsurlarındandır. Atina’nın erkek yurttaşlarının büyük bir bölümü yönetimde deneyim sahibiydi. Meclis başkanlığı tek günlük bir görevdi ve kura çekilerek yapılıyordu. Liderlik doğrudan ve kişiseldi; Perde arkasındaki ‘asıl’ liderlerin yönettiği vasat kuklalara yer yoktu. Üyelik kamusal alanda gösterilen performansla elde ediliyordu. Atina demokrasisi iki anlamda temsili değil doğrudandı;egemen meclise katılım her yurttaşa açıktı ve birkaç kâtip ile kaçınılmaz olarak kimi kayıtları antlaşma ve yasaların kopyalarını, borcunu zamanında ödemeyenlerin, mükelleflerin listeleri, vs. tutan devletin köleleri dışında, memuriyet ya da bürokrasi yoktu. Bu nedenle yönetim tam anlamıyla halk tarafındandı. Giriş en başta meclise açıktı ve sürekli üyelik sürekli performansı gerektiriyordu. Meclisteki araçlardan biri olan graphe paranomonla bir kişi mecliste yasadışı bir öneride bulunmakla suçlanıp yargılanabiliyordu. Bu yargılama yöntemini herhangi bildik bir anayasal kategoriye sokmak mümkün değildir. Meclisin egemenliği sınırsızdı. Graphe paranomonun isegoriayı disiplinle yumuşatmak ve halka, yani demos’a kendi aldıkları kararı yeniden gözden geçirme fırsatı vermek şeklinde bir işlevi vardır. Bu graphe paranomon daki başarılı bir davanın, kurayla seçilmiş geniş bir halk jürisinin kararı aracılığıyla bozma etkisi vardı. Atina paradoksu temsilcilerinin dokunulmazlıklarını reddederek hem bir bütün olarak meclisin hem de ayrı ayrı üyelerinin özgürlüklerini korumaktaydı. Yurttaş kitlesinin yeterli bir kısmı kendi aralarındaki davranışları sınırlar halinde tutacak kadar kendine hakim olmasaydı, ne sınırsız katılım hakkıyla egemen meclis, ne halk jürisinden oluşan mahkemelerine devlet memurlarının kurayla seçilmesi, ne de sürgün etme bir yandan kaosu diğer yandan tiranlığı önleyebilirdi. Kendine hakim olma, hissizlik ve aldırışsızlık gibi hakiki bir cemaatin izin vermeyeceği niteliklerle aynı anlamda kullanılan kayıtsızlıktan çok farklıdır. Öyle bir gelenek vardı ki Solon‘un MÖ 6. yüzyılın başlarında yürürlükte olan yasaları arasında, özellikle kayıtsızlığa karşı şu yasa yer almaktaydı: ‘kentte bir iç savaş çıktığında iki taraftan birinde yer alıp silahlanmayanlar sivil ve yönetsel haklarından mahrum bırakılacaktır.’

Kurul (Bule)

Meclis toplantıları arasında geçen sürede hükûmetin devamlılığı sağlanabilsin diye yönetimin idari kısmı çok sayıda yıllık makam ve on generalden oluşan bir kurul ile sadece yabancı devletlerdeki elçiler olarak görev yapan bazı küçük komiteler hariç kurayla seçilmiş beş yüz kişilik bir Kurula (bule) bölünmüştü. MÖ 5. yüzyıl ortalarında devlet memurları, Kurul ve jüri üyelerine günlük yevmiye olarak bir marangozdan duvarcıdan daha az ödeniyordu. 4. yüzyıl boyunca meclis oturumlarına katılım aynı temel de ücretlendiriliyordu, ancak ücretin düzenlediği ya da tamam olup olmadığı konusunda şüpheler vardır. Bule’ye on kabilenin her biri gönüllüler belirler ve bunların arasından ellişerden toplam beş yüz kişi kurayla seçilirdi. Hizmet süresi 1 yıldı ve arka arkaya olmamak üzere her üye en fazla iki kez seçilebiliyordu. Bule’nin görevi özellikle meclisin işlerini düzenlenmesi ve meclis kararlarının uygulanmasını sağlamasıyla devletin işleyişine nezaret etmekti. Önce bule de tartışılan konular meclise getirilmezdi.

Siyasi ve Ekonomik Sistem

Atina’nın yüzleştiği siyasi konuları, seçenekleri, argümanları ve siyaset yapıcılığa ve liderliğe aday olanları değerlendirmeyi öğreniyordu.

Vergi sisteminde bir denge vardı. Doğrudan vergiler göz önünde tutuluyordu. Yunan devletleri savaştaki olağanüstü durumlar dışında, en azından Atina da, mülkiyeti hoplit statüsünün altında olanların muaf tutulduğu ara sıra toplanan zorunlu vergilere başvurulduğunda bundan da kaçınılıyordu. Devlet geliri devlet mülklerinden, çiftliklerden, madenlerden ve kiraya verilmiş evlerden, dava ücretleri ve cezalarından ve de liman borçları gibi dolaylı vergilerden sağlanıyordu. Bunlar esas olarak Yunanların liturya dediği vergi olarak değil de, belirli kamusal yükümlülüklerin doğrudan ifa edilmesiyle yapılan mecburi ödemelerle tamamlanıyordu. Toplam miktarı hesaplayamasak da Atina’da lituryanın ağır bir mali yük oluşturduğunu biliyoruz. Nüfusun yoksul kısmı lituryadan muaftı. Sonuçta zenginlerin, halk mezheplerinin ciddi miktardaki masraflarının da dahil olduğu devlet masraflarını yüklenmeleri ve savaşta da işin çoğunu yapmaları (sırf Atina da değil) Yunanistan’da kuraldı. İmparatorluğun kurulması ve devamı, yoksul sınıfın çıkarınaydı. Binlercesi için filoda kürek çekmek, mütevazı ama ortalama bir zanaatkar ya da esnafın kazancından az olmayan ve muhtemelen genç köy delikanlıları gibi donanma maaşlarıyla aile gelirine katkıda bulunacaklar için değerli bir geçim kaynağıydı. Denizlerin kontrolü, yeterli miktarda mısır stokunu ve temel besin maddelerini makul fiyatlarla sağlamayı garantilemeye yardımcı oluyordu ve bu yerel üretimi gerekenin ancak bir kısmını karşılayabilen bir toplum için kritik bir meseleydi. Şaşırtıcı bir şekilde bu sistem içinde yer alan daha varlıklı yurttaşların sistemden daha az faydalandığı görülmektedir.

Ticaretin büyük kısmı ise siyasi kararların yegane alıcıları olan yurttaşların değil yurttaş olmayanların elindeydi ve bu bağlamda hiçbir antik dönem yazarı ticari konuları ele almıyordu. Atina’nın ölçülmez kazançlarından biri yurttaşlarına rağmen yani varlıklı yurttaşların üstlendiği esaslı lüturyalar yüküne daha fazlasını eklemeden, büyük Akropolis inşaatı planı gibi geniş ölçekli, kamu giderlerini üstlenme yeteneğiydi. Diğer bir kazanç ise psikolojik olarak gerçek ve mali olmaktan ziyade manevi olan iktidarın çekiciliğiydi.

Atina’nın yaklaşık iki yüzyıl boyunca iç çekişmelerden uzak olması Peleponnesos savaşı sırasında gerçekleşen iki olay sayesindedir; borçların iptali ve toprağın yeniden bölüşümü için talepler.

Herhangi başka bir Yunan kentinde devlet memurluğu için ödenen ücretin açıkça gösterilmemesi dikkate değer bir gerçekti. Bunun açıklaması yine diğer hiçbir şehir devletinin emrinde geniş emperyalist kaynaklar olmamasıydı. Bu yüzden demokrasiyi açıkça Atina modelini örnek alarak yeniden biçimlendiren şehirler bile yoksulları sahip oldukları aktif katılım hakkı sayesinde ücretlendirecek kadar ileri gidememişlerdi. Sonuç olarak gerçek katılım miktarı Atina’dakinden çok düşüktü;Bu önermenin doğal sonucu başka yerlerdeki demokrasinin klasik teoride vurgulanan eğitimsel yönünün olmamasıydı.

Atina’da Demokrasiye Geçiş

Antik Yunanistan: Demokrasi Nasıl Ortaya Çıktı, Yönetim Sitemi Nasıldı?

Yunan dünyasının önemli bir polisi olan Atina’da krallık 8.yüzyılın sonlarında yıkıldı. Son Kral (Basileus) Kodros devrilip aristokratik bir yönetim kuruldu. Böylece bir zamanlar kralın danışmanlık görevini yürüten areopagus adındaki soylular kurulu, hem yasama hem de yargı yetkilerini kendine topladı. Yürütme işleri ise soylular arasından bir yıllığına seçilen üç arkhon’a (yani devlet görevlisine) verildi. Arkhonların sayısı daha sonra 9’a yükseltildi. Birçok poliste küçük bir sayı (oligoi) yönetimi ele geçirip iktidarı sürdürecek kurumlar oluşturdu. Bu nedenle Yunanlar bu tür rejimleri aristokrasi olarak değil oligarşi (küçük sayının yönetimi-oligarkhia) olarak adlandırırlar. Ekonomik gelişmelerle oligarşiler plutokrasi’lere (zenginliğin ya da zenginlerin yönetimine) dönüşme eğilimi gösterdiler. Siyasal iktidarı ellerinde bulunduran soylular zenginleştikçe servet ayrımları derinleşerek toplumsal-siyasal çatışmalar daha keskin biçimler aldı. 632’de yoksul halkın desteğiyle iktidarı ele geçirmeye çalışan Kylon’un girişimi soylular tarafından güçlükle önlenebildi. Bunun sonucunda da eupatrid’ler yasal önlemlere başvurdular. Yunanlar için yasa, özgürlüğü vurgulamaktaydı. Ayrıca çeşitli düzeydeki insan ilişkileri yasalar tarafından belirleniyordu. İlk zamanlarda yasalar sözlü idi. Değişen koşullarla sözlü yasaların karmaşık bir biçim alması ve bu yasaların yalnızca soylular tarafından yorumlanıp uygulanması halkın hoşnutsuzluğuna yol açtı. Bunun üzerine yargı kararlarında tutarlılık sağlamak amacıyla yaslar thesmothet’lerce düzenlenip yazılı hale getirildi. Yasaların herkesçe bilinebilir olması keyfi yorumlamalara son verdi. Fakat bu önlem yoksul kitlelerin düzene karşı olan tepkilerini yatıştırmadı. Böylece 624’te Atina da soylularının isteği üzerine Drakon çok ağır bir ceza yasası hazırladı. İnsan yapısı yazılı yasalar yargıya ilişkin kararların yayımlanması ilkesi getirildi ve kuralların herkes için geçerli olduğu açıkça belirtilerek toplumdaki özgür kişiler arasında hukuksal anlamda bir eşitliğe doğru ilk adım atıldı.Bu şekilde birey hukuksal bir kişilik kazandı.

Solon Drakon’la başlayan bu gelişime yeni boyutlar kazandırdığı gibi siyasal yapıyı da yeniden düzenledi. Soyluların isteğiyle yeni yasalar hazırladı. Çeşitli alanları düzenleyen yasaların bir insan eli tarafından hazırlanması yasanın kutsal, mutlak, değişmez, sonsuz olma niteliğini ortadan kaldırdı. Yasa temelinde bir toplumsal uzlaşma, sözleşme ürünüydü ve bu nedenle gerekli görülen her durumda değişime açık bir özelliğe sahip bulunuyordu. Ardından toplumsal sorunların ve ekonomik çıkar çatışmalarının kâğıt üzerinde anayasal düzenlemelerle çözüme kavuşturulamayacağı gerçeği Solon’un reformlarıyla açıkça ortaya çıktı. Toplumsal huzur sağlanamadı ve sınıf çatışmaları gittikçe daha büyük boyutlar almaya başladı. Çatışma içinde olan ve adlarını polisin farklı coğrafi bölgelerinden alan üç siyasal partinin (Pediaklar-ovadakiler, Paroli’ler-kıyıdakiler, Diakri’ler-dağdakiler) bir uzlaşmaya yanaşamayıp kendi görüşlerini toplumda egemen kılmaya çalışmaları sonucunda Atina tiranlık rejimiyle tanıştı.

Yetenekli bir komutan olan Peisistratos halkın desteğini alıp 560’ta bir darbe ile Atina’da iktidarı ele geçirdi. Düzene karşı daha büyük bir tepki göstermesi sınıf çatışmalarının keskin boyutlara ulaştığı böyle bir ortamda zenginlere ve soylulara karşı halkın savunucusu rolünü üstlenen ihtiraslı kimselerin kişisel iktidarlarını kurmaları kolaylaşıyordu.

Aristokrasiden demokrasiye geçişi kolaylaştıran halk tarafından benimsenip halkçı bir politika güden Peisistratos gibi yöneticiler tarihe Tiran olarak geçmişlerdir. Pesisitratos Solon anayasasına dokunmayıp yönetimi hukuksal bir çerçeve içine oturttu. Dışarıda barışı kollayan, içeride ekonomik gelişmeyi hızlandıran ve alt sınıfların yaşam düzeylerini yükselen bir siyaset izledi. Pesistratos öldüğü zaman onun ardından dynasteia (iktidar ailesi) oluşturmaya çalışan oğulları geniş bir muhalefetle karşılaştılar Hipparkhos öldürüldü. Hippias ise Atina’dan kovuldu.

Tiranlık rejiminin yıkılmasıyla birlikte Atina’da iktidar çatışması yeniden alevlendi. Kleisthenes 507’de halkın desteğiyle iktidarı ele geçirdi ve demokratik reformları yürürlüğe koydu. Kleistehenes’in getirdiği en önemli yenilik polisin toplumsal yaşamda soylularla etkili bir yer sağlayan eski kabile örgütlenmesinin ortadan kaldırılmasıydı. Klesisthenes yurttaşları soy üzerine kurulu 4 kabile yerine coğrafi nitelikte örgütler olan 10 kabileye ayırdı. Demokrasi rejimi yavaş yavaş işlerlik kazanmaya başladığı ilk yıllarında dışarıdan gelen büyük bir tehlikeyle karşılaştı. İonya polislerinin ayaklanmasını bastıran Pers imparatorluğu 490’da Yunan yarımadasına saldırdı. Askerî bir dayanışma içine giren Yunan polisleri bu ilk saldırıyı bastırdı. Ancak 10 yıl sonra Kserkses komutasındaki Pers ordusu ikinci kez Yunan yarımadasına ayak bastı. Persler ilk seferde üstün gelse de Yunanlar daha sonra toparlanıp Persleri bozguna uğrattılar. Pers savaşları Atina demokrasisini etkiledi; bu savaşlar bir yanda küçük azınlığın yönetimde erkli olmasına öte yanda da aşağı sınıfların siyasal yaşama daha etkin olarak katılmalarına yol açtı. İlk Pers saldırısından üç yıl sonra anayasada bir değişiklik yapılarak arkhon’ların eklesia tarafından seçilmesi yerine demelerce seçilen 500 kişi arasında kura ile saptanması yoluna gidildi. Bu düzenleme ile hippeis sınıfına da açılan arkhon’luk büyük ölçüde önemini yitirip yürütme kurulu olmaktan çıktı.

Arkhon polemarkhos’un askerlik işleriyle ilgilenen sıradan bir memur statüsüne indirgenmesi üzerine kabilelerce seçilen 10 strategos’a büyük yetkiler verilmesi ve ordunun tek elden yönetilmesi gereği strategos’lar dan birinin başkomutan olarak görev yapması sonucunu doğurdu. Zamanla eklesia tarafından başkomutan (strategos autokrator) yurttaşlar arasından seçilmeye başlandı.

Ephialtes’in öldürülmesin den sonra iktidar genç yaşta politikada başarılı olarak demokratik partinin önderi durumuna gelen Perikles’in eline geçti.

Tam demokratik sistem Atina imparatorluğu olmasaydı MÖ 5. yüzyılın ikinci yarısında ilan edilemezdi; Zenginlerin üstlendikleri mali ve askerî yük göz önüne alındığında bir çeşit oligarşik anayasa yoluyla tek başlarına yönetme hakkını talep etmeleri çok da şaşırtıcı bir durum değildir. Bununla birlikte MÖ altıncı yüzyılın ortalarından itibaren Yunan topluluklarında birbiri ardına demokrasiler görülmeye başlamış, uzlaşmacı sistemler yoksullara, özellikle devlet görevlilerini seçmek gibi belli oranda katılım hakkı tanırken, karar alma sürecinde ağırlığı zenginlere tanınmıştır. Atina’da neticede bu ağırlığı kaydırmıştı ve de Atina’daki biricik değişken imparatorluk idi. Bu imparatorluk için donanma vazgeçilmezdi ve donanmaya insan gücünü alt sınıfların sağladığı anlamına geliyordu. İmparatorluğu Atina tipi demokrasi için gerekli bir şart olarak görmemizin sebebi de budur.

Sonrasında imparatorluk MÖ 5. yüzyılın sonunda zorla dağıtıldığında sistem öylesine derin bir şekilde yerleşmişti ki kimse değiştirmeye kalkışmaya cesaret edemedi, ki 4. yüzyılda da bunun için gerekli mali temelin sağlanması zordu.

Tüm büyük iktidar mücadelelerinde olduğu gibi Ege bölgesi çevresindeki daha küçük devletler aktif ya da pasif olarak taraf tutmaya zorlanmış, ki bu da kendi iç yapıları ve siyasi gerilimleri üzerinde yankısını bulmuştur. Çoğunlukla küçük olan bu toplulukların her zaman kendi yerel oligarşilerini yıkacak kadar güçlü olmayan alt sınıflarının, Atina imparatorluğunun tabi bir üyesi olma yoluyla Atina’nın siyasi bağımsızlığa verdiği demokrasi desteği ve bunun sonucu olarak da demokrasinin kurulmayışını tercih edebileceklerini öğrenmişlerdi. Durum buyken Atina’ya bağlılığın yükünü zengin yurttaşlar üstlenmişlerdi ve de tabi olmanın ‘bedeli’ maddi açıdan demos için oldukça düşüktü. Hemen hemen Peloponez Savaşı’nın sonuna kadar tabi devletlerin çoğundan, askerî yardım da dahil olmak üzere destek sağlanabilmiş olduğuna göre bu genelde başarılı bir Atina politikasıydı.

Halk ve Demokrasi 

Parthenon: Uğruna Hazinenin Boşaltıldığı Tapınak. ”Tanrılar Atinalıların Yanında” | 1 su bardağı antikçağ, 1 tatlı kaşığı ortaçağ ve 1 demet mitoloji.

Yunan siyasi toplumunun çıkar gruplarına dayalı yapısı nispeten basitti. Aralarında etnik ya da dini ayrışımlar yoktu; Kurumsal olarak kazanılmış haklara sahip siyasi partiler yoktu. Kentsel ve kırsal bölgesel çıkarlar vardı ve hepsinden önemlisi, zengin ile yoksul arasındaki ayrılıktı. Bu çoğunluğun üç-dört dönüm büyüklüğünde geçimlik bir toprağa sahip köylülerle önemli miktarda nakit gelir sahibi olanlar ve büyük miktarda araziye sahip olanlar arasında değişen toprak sahiplerinden oluşan bir toplumdu. Bu toplumda ticaret ve imalatın çoğu yine geçinecek kadar, ailevi düzeyde idare ediyordu; Köle emeği kullanan daha büyük kuruluşlar ya da ticari teşebbüsler azınlıktaydı. Ve yine bu toplumda sermaye, yatırım politikası ve kredi gibi modern kavramlar yoktu.

Atina’da iki kesimde (zengin-yoksul) imparatorluğu farklı ve hatta çatışan çıkarlar yoluyla da olsa destekliyorlardı. Antik Atina döneminden beri önemli ahlaki ilerlemeler kaydedildi; Kölelik kurumu kaldırıldı; Demokrasinin halk yönetimi prensibine nadiren karşı çıkanlar olmakta; Hiçbir demokratik lider Perikles’in dilinden kamusal alanda imparatorluk hakkında konuşmaz; Maddi ilerleme; Tabi devletler pahasına maddi ve siyasi çıkarı korumayı hipotetik olarak gereksiz kılmıştır. Ancak ilkin belirlenmesi ikinci olarak da pratikte gerçekleştirilmesi şeklindeki ulusal çıkara dair ikili zorluk, etkili biçimde çözüme kavuşmuş gibi görünmemektedir. Bu çekişme bir şekilde, siyasi liderlerin düzenli olarak kendi politikalarının ulusal çıkara uygun, alternatiflerinde buna karşıt olduğunu ileri sürdükleri gerçeğiyle yok olmamıştır.

Antik çağdaki bir Atinalı için sıradan halk yani ‘biz’ ve yönetici elit yani ‘onlar’ arasındaki kesin ayrımı yapmak kolay olmamalıydı. Yaklaşımdaki bu farklılık yalnızca doğrudan katılımcı bir demokrasi ve temsil ile katılımcı bir demokrasi arasındaki temel farklılıktan değil, aynı zamanda da iki dünyanın çıkar grubu yapılarındaki ve çeşitli çıkar gruplarının karar alma otoritelerine müdahale etme fırsatını yakalama şanslarındaki farklılıklardan da kaynaklanmaktadır.

Atinalı yöneticilerin herhangi bir çıkar grubunun amaçlarını demokratik olarak gerçekleştirmeyeceğine inandıklarından demokratik prosedürleri terk edebilme ihtimalleri vardı. Ve onların inancı da sağlam biçimde temellendirilmişti; Atina yönetim süreci göz önüne alındığında, mecliste terör, cinayet ya da hile yardımı olmadan üstün gelebilmeleri mümkün değildi.

Din

Yunan dini, aile ve devletle tam anlamıyla iç içe geçmişti; Yönetimin yaptığı işlerin ve masrafların büyük kısmı, tapınakların inşasından, büyük ya da küçük tüm festivallerin düzenlenmesinde dini takvim geleneklerinin yerine getirilmesi ve kurban törenlerinin hazırlanmasına ve askerî ya da sivil nitelikli tüm kamusal eylemlere eşlik eden diğer ayinlere kadar dine ayrılmıştı. Din çok Tanrılıydı ve M.Ö. 5. yüzyıl itibarıyla de oldukça karmaşıktı; Kimileri başka kültürlerden ithal edilmiş, çaprazlama kesişen birçok rol ve işlevleri olan çok sayıda tanrı ve kahraman vardı.Din,dogma olarak nitelendirebileceğimiz pek az şeye sahipti ama çoğunlukla da ritüeller ve mitlerden oluşuyordu. Sonuç olarak eğer din çok Tanrılılığın genel bir özelliği olan hoşgörüye, yani bireye dini tercihlerinde serbestçe hareket edebilme imkânı tanıyan bir uyum sağlama yeteneğine sahip idiyse bile, aynı zamanda da örneğin kutsal değerlere yapılan saygısızlığa ciddi biçimde kamu suçu, Tanrıların sorumlu tutabilecekleri halka karşı işlenmiş bir suç gözüyle bakıyordu. Bu nedenle ceza Tanrılara bırakılmıyor, devlet eliyle gerçekleştiriliyordu.

Özgürlük

Yunan ‘özgürlük’ kavramı toplumun kendi sınırlarının ötesine geçmemiştir; Kendi üyeleri için olan özgürlük ne toplum içinde yaşayan herkes için yasal (sivil) hakları ne de kendi egemenlikleri altındaki diğer toplumların üyeleri için siyasi özgürlükleri içerir. Atinalılar kendilerine tabi olan diğer devletlerde demokratik rejimleri tercih etmişler, hatta zorla dayatmışlardır.

İfade özgürlüğüne gelince Atinalılar ona çok değer verdikleri ve uyguladıkları kadar meclisin hiçbir müdahale hakkı olmamasına da izin vermemişlerdi. Devletin gücüne karşı konabilecek herhangi bir teorik sınır yoktu; Kararın Meclis tarafından geçerli sayılan herhangi bir sebeple düzgün bir içimde alınması şartıyla, devletin yasal olarak müdahale edemeyeceği herhangi bir eylem, herhangi bir davranış biçimi mevcut değildi. Özgürlük,hukuk devleti ve karar alma sürecine katılım anlamına geliyordu,geri alınmaz haklara sahip olmak değil. Atina devleti zaman zaman ifade özgürlüğünü kısıtlayan yasalar çıkarıyordu. Atinalılar özgür ifadenin sınırlarını basitçe sözcüklerin yasadışı eylemlere yol açacağı noktanın önemli ölçüde ötesine geçirmişlerdir.

Yargı ve Mahkemeler

Yönetimi bağımsız bir konu olarak değil de insanların yasamaya ilişkin faaliyetlerinden farklı olarak, alışıldık ana hatalı bir biçimde ‘jüriler’ diyebileceğimiz daha değişik ama kıyaslanabilir organlar yoluyla hareket etmeleri tasarlanan Atina yargı sistemi de göz önünde bulundurulmalıdır. Yargı usulleri esasen profesyonel değildi; Yani, sabit yasaların yanı sıra prosedür kurallarının da olmasına rağmen, başkanlık eden resmî görevli yıllık kent görevlileri arasından kurayla belirlenen biriydi. Davalarına hazırlanırken tecrübeli avukatlardan yardım alabilmelerine rağmen tarafların kendi sunumlarını yapmaları bekleniyordu, belgeler okundukları sırada kanıt olarak gösterilseler de sunumun her zaman sözlü olarak yapılması gerekiyordu. Bundan sonra jüri genellikle tek oturumda herkesin görebileceği bir biçimde yapılan gizli oylamada çoğunluk oyuyla, herhangi bir tartışma olmadan bir karara varıyordu. Temelde kamu davalarında ve özel davalarda prosedür aynıydı. Bazı büyük kamu davalarında meclisin kendisi mahkeme görevi yapıyordu, ama normalde altı bin gönüllüden oluşan sürekli bir jüri listesinden kurayla seçilen büyük jüriler çağırılıyordu. Atina’da bağımsız yargıçlar yoktu ve hukukun uygulanmasında vatabdal sınıfı hem yargıç hem de jüri olarak sorumluluk üstlenirdi. Kararlar yasalar aracılığıyla oy birliğiyle veriliyordu.

Eğitim

Atinalıların birçoğu yarı eğitilmiş durumdaydı. Atina bu yönetim sistemi altında yaklaşık iki yüz yıl boyunca tüm Yunan dünyası içindeki en varlıklı en güçlü en sağlam, içişlerinde en barışçıl ve kültürel olarak en zengin şehir devletleri olarak kalmayı başardı. Bu herhangi bir yönetim biçimi için iyi bir yargı olmayı sürdürdüğü sürece sistem yürüdü. Atina da genç bir adam meclis oturumlarına devam ederek eğitim alıyordu.

Ardından kabaca MÖ 5. yüzyılın ortalarında merkezinde Atina olmak üzere Yunan eğitim sisteminde bir devrim yaşandı. Sofistler adı verilen profesyonel öğretmenler ortaya çıktı. Öğrenmek için boş zamanı ve hatırı sayılır ücretlerini ödeyebilecek serveti olan genç adamlara retorik, felsefe ve siyaset öğretmeyi teklif ediyorlardı -bu sofistlerin hepsi demokrasi karşıtı değildi- onlara göre, tüm inanç ve kurumlar rasyonel bir biçimde incelenmeli ve gerektiğinde değiştirilmeli ya da reddedilmeliydiler. Kutsallık tek başına yetersizdi ahlaki değerle,gelenekler, inançlar ve mitler artık kuşaktan kuşağa otomatik olarak değişmeden aktarılmayacaktı, kendilerini aklın potasında ispat etmek zorundaydılar.

İSLÂMİYET ve DEMOKRASİ

İslamiyet'in Doğuşu, Yayılışı ve Türkler

Milattan önce beşinci asırda kurulan Mekke, Arap yarımadasının en önemli dinî ve ticarî merkezidir. Uzun zaman Amalika, Cürhüm ve Huzaa gibi güney Arabistan kabileleri tarafından idare edildikten sonra, Hz. Peygamber’in dördüncü dedesi Kusay b. Kilab şehrin yeni idarecisi olmuştur. Kusay, kabilesi Kureyş’i Mekke’nin çeşitli bölgelerine yerleştirmiş, daha sonra şehrin ilk parlamentosu olan Dârunnedve’yi kurmuş ve Mekke yönetimiyle ilgili görevleri Kureyş boyları arasında paylaştırmıştır. Onun ölümünden sonra, iki oğlu (Abdümenâf-Abduddâr) arasında Mekke ve Kâbe idaresi konusundaki iktidar mücadelesi, kabileyi ikiye bölmüştür. Bölünme Hilfü’l-fudûl cemiyetinin kurulmasından sonra daha da derinleşmiştir. İslâm öncesi dönemde meydana bu bölünmeler, Kureyş kabilesi içindeki boyların İslâmiyet karşısında tavırlarının şekillenmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.

Hz. Muhammed (sav), M. 610 yılında Mekke’de peygamberlik görevini üstlendikten sonra kavmini İslâm dinine davete başladı. Onun çağrısının ilk muhatapları, çoğunluğunu Kureyş kabilesinin oluşturduğu Mekke site devleti sakinleriydi. Bir kısım Mekke’li çağrıya olumlu cevap verirken, önemli bir kısmı ise -özellikle şehrin ileri gelenleri- tam tersi bir davranışta bulunarak, Hz. Peygamber’e (sav) ve ona inananlara karşı düşmanca tavır göstermek suretiyle İslâm’ın yayılmasını engellemeyi kendileri için öncelikli hedef olarak belirlediler. Onların böyle davranmalarının çeşitli nedenleri vardı; bunları dinî, iktisadî ve siyasî nedenler olarak üç başlık altında toplamak mümkündür. Kabe’yi putlarla dolduran ve atalarının putperestlik inançlarına sıkı sıkıya bağlı olan Mekke müşrikleri, Hz. Peygamber’in tek Allah inancını benimseyip çok tanrıcılığı reddeden öğretisine büyük tepki gösterdiler. Onların, tebliğe karşı çıkışlarındaki iktisadî kaygı da esasında dinî kaygıyla doğrudan ilgilidir. Kabe sebebiyle dinî merkez olan Mekke, yarımadanın dört bir yanından gelen ziyaretçilerle aynı zamanda bir ticaret merkezi haline geliyordu. Onlara göre şayet putperetlik inancı terkedilip Kabe putlardan temizlenecek olursa, insanların Mekke’ye gelme nedeni ortadan kalkacak, bu da Kureyş’in neredeyse tek gelir kaynağı olan ticaretin yok olması anlamına gelecekti. Mekke’de Hz. Peygamber’in (sav) çağrısına karşı çıkılma sebepleri arasında en az dinî ve iktisadî kaygılar kadar siyasî kaygıların da rol oynadığı bir gerçektir. İslâm öncesi dönemde asırlar boyu devam eden genelde Kureyş kabileleri arasındaki siyasî gruplaşmalar, özelde de Hz. Peygamber’in (sav) kabilesi Haşimoğulları’na karşı çeşitli nedenlerle duyulan rekabet veya düşmanlık hisleri, Mekke kabilelerinin İslâm karşısında müsbet veya menfî tavır belirlemelerinde önemli rol oynamıştır. Bu nedenle Hz. Peygamber’in (sav) tebliği dönemi ve sonrasında meydana gelen tarihî hadiseler değerlendirilirken, mutlaka İslâm öncesi (Cahiliye çağı) siyasî hadiselerinin tasvir ve tetkik edilmesi gerekmektedir. Çalışmamız bu alanda yapılan ilmî faaliyetlere ve İslâmiyet sonrası ortaya çıkan hadiselerin arka planının (back ground) tesbitine bir katkı sağlanması amacıyla hazırlanmıştır. Araştırmanın başlangıcında İslâm öncesi Arap toplumunun siyasî hayatı genel olarak ele alınacak, ardından Mekke merkeze alınarak, şehrin siyasî tarihinden, oluşturulan idarî müesseselerden bahsedilecek, nihayet Mekke site devletinin esas kurucusu olan Kusay b. Kilab’tan sonra ortaya çıkan siyasî oluşumlar ve bunların sebepleri üzerinde durulacak, kısacası tebliğ önceki Mekke’nin siyasî bir panaroması çıkarılmaya çalışılacaktır. İslâm öncesi Arap toplum yapısının esasını aynı atadan gelmiş olan ferlerin oluşturduğu kabileler teşkil ediyordu. Bununla birlikte kabileler veya tek tek fertler kan bağı olmasa da hilf (anlaşma), civar (himaye) ve velâ yoluyla resmen akrabalık bağı kurabiliyorlardı. Her kabile eşit hak sahipleri arasından seçilen (primus inter pares= eşitler arasında birinci) reisler tarafından idare ediliyordu. Kabile reisi bir kral gibi mutlak otoriteye sahip değildi, emretmekten ziyade, istişare sonucunda karar alan ve anlaşmazlıklar meydana geldiğinde hakemlik yapan kişi konumundaydı. Reis (şeyh) kabile toplantısını yönetiyor, diğer kabilelerle ilişkilerde soyunu temsil ediyordu. Savaş ilan ve idare etmek, barış anlaşması yapmak, diyet ödemek, gelen misafirleri karşılamak ve ağırlamak gibi görevler de şehy tarafından îfâ ediliyordu . Bedevî hayatta kabileler topluluğunu temsil eden kabile meclisinin yerine yerleşik hayatta (hadarîlik) mele denilen bir danışma meclisi ihdas edilmiştir. Mesela, Mekke’de kabile reislerinden oluşan mele‘ Kusay b. Kilab’ın inşa ettiği Dârunnedve adı verilen Mekke parlamentosunda toplanmış ve Kureş kabilesiyle ilgili en yetkili kararları almıştır5 . Araplarda toplum düzeninin esasını, ferleri aileye, aileleri de kabileye bağlayan kabile ruhu asabiyet oluşturur. Asabiyet kişinin dar anlamıyla baba tarafından akrabasını, genel anlamıyla da kabilesini desteklemesi, her durumda kabilesi adına hareket etmesi duygusudur. Çöl şartlarında düzenli merkezî bir devlet teşkilatı ve sistemli bir hukuk organizasyonundan mahrum olan Arap toplumunda, bir ferdin veya kabilenin başkaları tarafından saldırıya uğramasını engelleyen, bir saldırının meydana gelmesi sonucunda bunun tazminini sağlayan en önemli unsur asabiyettir. Asabiyet düşüncesi Arap toplumunda güvenliğin sigortası olarak kabul edilmekle birlikte, aynı zamanda küçük çatışmaların büyük kabile savaşlarına dönüşmesinin de çokça sebebi olabilmektedir. Bu nedenle cahiliye hayatı yıllar süren yıkıcı kabile savaşlarına sahne olmuştur. Asabiyet bağı ile kabileye mensubiyet kazanan fertler, kabile içinde son derece serbest düşünme ve hareket etme hürriyetine sahipken, kabile harici faaliyetleri konusunda -ferdiyetçilik ortadan kalktığı için- özgürlüklerini yitirerek kabile ile özdeş kabul edilmektedir. Kabilesi ile ters düşen, kabile iradesi dışında hareket eden üyenin üzerinden çöl güvenlik sisteminin adı olan “himaye” kaldırılmakta, soyuyla bütün bağı kesilmektedir ki, bu da bir arabın karşılaşabileceği en büyük felakettir. Bu nedenle bir ferdin toplumda güven içinde hayatını devam ettirebilmesi için, kabilesinin dış politikasına uymaktan başka alternatifi bulunmamaktadır.

MÜŞRİKLER DÖNEMİ’NDE MEKKE

İslamiyet'in Doğuşu Sırasında Dünyanın Genel Durumu – Tarih Dersi

 Hicaz, Arap yarımadasında Necid yaylalarıyla sahildeki Tihâme ovaları arasındaki coğrafî bölgenin adıdır. Hicaz’ın en önemli şehirleri Mekke, Medine ve Taif’tir. Yarımadanın ticarî ve dinî merkezi Mekke’dir. Cidde’ye yaklaşık 45 km. uzaklıkta bulunan şehir, mö. v. yüzyılın ortalarında kurak, dar, uzun bir vadide ve Zemzem kuyusunun yanında kurulmuştur. Mekke’yi diğer şehirlerden ayıran ve onlardan daha üstün hale getiren özellik, yeryüzünün ilk mabedi olan Kâbe’nin burada bulunmasıdır. Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile hanımı Hacer’i getirip bıraktığı Mekke’de daha sonra Kâbe’yi inşa ederek şehri tevhid inancının merkezi haline getirmiştir. Kâbe-i Muazzama sebebiyle Mekke, İslâm’dan önceki dönemlerde de şöhret kazanmış ve burada yaşayan insanlar, bütün Araplar’dan saygı görmüşlerdir. Bu nedenle Arap kabileleri, itibar kazanmak ve Kâbe yönetimini ele geçirmek için büyük mücadelelere, hatta savaşlara girişmişlerdir. Mekke’nin ilk halkı Yemen asıllı Amalika kabilesidir. Daha sonra yine güneyden gelen Cürhüm kabilesi, Hacer ve Hz. İsmail’in izniyle burayı yurt edinmiş, Hz. İsmail de reisleri Mudad’ın kızı Seyyide ile evlenerek onlarla akrabalık kurmuştur. Hz. İsmail, Cürhümlüler döneminde bir peygamber olarak Kâbe ve hac işlerini idare etti. Kendisinden sonra bu görevi on iki oğlundan biri olan Nabit b. İsmail yerine getirdi. Nabit’ten sonra ise Kâbe hizmeti Cürhümlü Mudad b. Amr ile Katura’nın lideri oldukları iki ailenin eline geçti. Bu iki aileden Mudad, Mekke’nin yukarı kısmına, Katura ise aşağı kısmına yerleşerek şehri idare ettiler. Zamanla aileler anlaşmazlığa düşünce aralarında çatışmalar meydana geldi. Neticede Hz. İsmail’in soyu tarafından da desteklenen Mudad Mekke’nin tek idarecisi oldu. İsmailoğulları, Cürhümlüler’in hâkim oldukları dönemlerde Mekke’de yaşamışlar, çoğalmışlar ve İsmailîler, Adnanîler, Maaddîler veya Nizarîler adlarıyla anılan bir topluluk meydana getirmişlerdir. Yüzyıllar sonra peygamber olarak gönderilecek olan Hz. Muhammed’in (sav) ceddi olan Kureyş kabilesi de, Hz. İsmail’in Cürhümlü kadınlarla evlenmesinden meydana gelen bir soydan neş’et etmiştir18. Cürhümlüler’in Mekke hâkimiyetine son verenler, yine kendileri gibi Yemen asıllı bir kabile olan Huzaalılar’dır. Güneyden ayrılıp Kuzey Arabistan’a göç eden Huzaalılar, uygun bir yerleşim yeri buluncaya kadar Harem civarında kalmak için Cürhümlüler’den müsaade istediler. Talepleri kabul edilmeyince de iki kabile arasında çatışma meydana geldi. Savaş neticesinde Huzaalılar, Cürhümlüler’i kesin bir mağlubiyete uğratarak Mekke’nin yeni hâkimi oldular. Savaştan sonra Huzaalılar, kendileriyle Cürhümlüler arasındaki mücadeleye katılmayıp tarafsız kalan İsmailoğulları’na dokunmadılar ve onların kendileriyle birlikte Mekke’de kalmalarına izin verdiler. Huzaalılar dönemi Mekke’sinde en önemli değişiklik, Kâbe’ye putların sokulması olmuştur. Huzaalılar’ın reisi Amr b. Luhay, ticaret amacıyla gittiği Şam bölgesinde yaşayan Amalikalılar’ın putlara taptıklarını gördüğünde, niçin böyle yaptıklarını sordu. Amalikalılar, putlardan yardım istediklerinini onların da kendilerine yardım ettiklerini söylediler. Bunun üzerine Amr, oradan aldığı Hübel isimli putu Kâbe’ye getirerek halkına buna tapınmalarını emretti. Amr b. Luhay’ın başlattığı putperestlik hareketi, Kâbe’nin başka putlarla doldurulmasının ilk adımı oldu. Tevhid inancını zedeleyen bu şirk geleneği, ancak Hz. Peygamber’in (sav) Mekke’yi fethetmesiyle ortadan kaldırılabildi.

SİTE DEVLETİNİN KURULUŞU

İslamiyet'ten Önce Arabistanın Durumu Kısaca | İslam ve İhsan

Mekke’nin idaresi Huzaalılar’dan sonra Kureyş’in eline geçti. Tarihçiler, Kureyş kabilesinin Kinâneoğulları’ından  olduğu konusunda ittifak halindedirler. Kinâne’nin nesebi, Adnan’a, onun nesebi de Hz. İsmail’e ulaşır. Kureyş isminin, Hz. Peygamber’in (sav) onuncu dedesi Fihr’e nisbet edildiği ve bu soyun Fihr’den önce Kinânî olarak anıldığını temel kaynaklarımız bize aktarmaktadır27. Kureyşliler, büyük Kinâne köküne bağlanan bütün kabileler arasında en az varlıklı kolu teşkil ediyorlardı28. Mekke’yi çevreleyen çıplak dağlar arasında yaşayan Kureyşliler, Mekke tüccarlarına develerini kiralayıp kervanlara kılavuzluk ederek Mekke ticaretinde dolaylı rol oynuyorlardı. Mekke’yi, Huzaa idaresinden kurtaran ve dağınık halde yaşayan Kureyş soyunu bir araya getiren, başka bir ifadeyle Kureyş’i bedevîlikten hadarîliğe getiren kişi, Hz. Peygamber’in (sav) dedesi Abdülmuttalib’den yukarıya doğru dördüncü sırada ceddi olan Kusay b. Kilâb’dır. Kusay, daha küçük yaşta iken babası Kilâb vefat etmişti. Kudaa kabilesine mensup olan Rabia b. Haram, hac niyetiyle Mekke’ye geldiğinde, Kusay’ın annesi Fatıma bint. Sa’d b. Seyel ile evlenerek yeni eşi ve oğlu Kusay’la birlikte kendi kabilesi Benî Uzre’nin yurduna döndü. Üvey babasının yanında büyüyen Kusay, daha sonra annesinden gerçek babasının Kureyşli bir asil olduğunu öğrenince Kudaalı hacılarla birlikte Mekke’ye geldi. Şehre geldikten sonra şehrin idaresini elinde bulunduran Huzaalılar’ın lideri Hüleyl’in kızı Hubbâ ile evlendi. Kusay’ın Hubbâ’dan; Abdüddâr, Abdümenâf, Abdüluzzâ ve Abd isminde oğulları oldu. Huzaa kabilesinin reisi Hüleyl hastalanıp vazifelerini yapamaz duruma gelince, Kâbe’nin anahtarını kızı Hubbâ’ya verdi. Hubbâ da emaneti eşi Kusay’a devretmek istedi. Kâbe anahtarının ellerinden çıkmasının, Mekke idaresininin de kaybedilmesi anlamına geleceğini bilen Huzaalılar, Huleyl’in bu tasarrufuna karşı çıkarak anahtarı Hubbâ’nın elinden aldılar. Hem kayın pederinin vasiyetini yerine getirmek, hem de idareyi Huzaalılar’dan almak isteyen Kusay, derhal diplomatik destek arayışına girdi. Önce kabilesi Kureyşliler’le görüşmeler yaptı. Benî Kinâne’den de ittifak sözü aldıktan sonra Uzreoğulları’ndan ana bir kardeşi Rizah b. Rabia’dan yardım istedi. Buna karşılık Huzaalılar da, Benî Bekir’le bir araya geldiler. Böylece Huzaa-Cürhüm mücadelesinden sonra Mekke yönetimini ele geçirme amacına yönelik olarak ikinci büyük savaş başladı. Çarpışmalarda her iki taraf da büyük zayiat verdi. Durumun vahametini gören tarafsız Arap kabileleri harekete geçerek çarpışmaların sona erdirilmesini sağladılar ve her iki grubu bir hakeme gitmeye ikna ettiler. Ya’mur b. Avf b. Ka’b adındaki hakem, Kusay’ın Kâbe’yi yönetmeye Huzaalılar’dan daha fazla hak sahibi olduğuna karar verdi. Bunun neticesi olarak Mekke idaresi Kusay’a bırakılırken, Huzaalılar da şehirden uzaklaştırıldılar. Kusay’ın Mekke yönetimini üstlenmesi, Huzaa egemenliğinin sonu, Kureyş egemenliğinin başlangıcı oldu. Bu iktidar değişikliği, Hz. Peygamber’in (sav) doğumundan yaklaşık 100 yıl kadar öncesine tekabul etmektedir. Mekke idaresini ele geçiren Kusay, Mekke vadilerinde dağınık halde yaşayan kabilesini bir araya topladı. Bundan dolayı Kureyşliler, ona Mücemmi (toplayan) adını vermişlerdir. Önce Cürhümlüler, daha sonra da Huzaalılar’ın idaresi altında uzun yıllar tebea durumunda kalan Kureyşliler, Kusay sayesinde Arap siyaset sahnesine çıkmış oldular42. Kusay, kabilesini Mekke’de bir araya getirmek amacıyla Harem bölgesini Kureyş’in muhtelif boylarına taksim etti. Önce Ka’b b. Lüey’in kolları olan Kureyşliler’i, Batha vadisine yerleştirdi. Bu sebepten onlara Abtahî, Bitahî veya Kureyş el-Bitah adı verilmiştir. Bunlar, Kureyş’in en zengin ve soylularıydılar. Geri kalan Kureyşliler ise, Mekke’nin dış mahallelerinde ve şehri kuşatan boğazlar arasında iskân edildiler. Kureyş el-Bitah’a göre daha az itibarlı olan bu gruba da Kureyş ezZevâhir adı verilmiştir. Kusay’ın büyük babası Ka’b’ın soyundan gelenlerin tamamı Kureyş el-Bitah içinde yer almaktadır43. Kusay, Kureyş’i iskân bölgelerine yerleştirdikten sonra, Mekke’nin idare merkezi olan Dârunnedve’yi inşa etti44. Bu bina aynı zamanda Kusay’ın evi idi. Mekke’nin önemli kararları Dârünnedve’de alınır, savaşa gidecek askerler buradan uğurlanır, başka kabile veya devletlere gönderilecek elçiler buradan yola çıkarılır, izdivaclar da yine aynı burada ilân edilirdi. Kusay b. Kilab daha önce Huzaalılar tarafında yürütülmüş olan Kâbe görevlerini yetkisine aldı. Hicâbe (Kâbe perdedarlığı), Kıyâde (Kumandanlık), Nedve (Meclis başkanlığı), Sikâye (Hacılara su sağlama) ve Rifâde (Hacılara yiyecek sağlama) gibi önemli görevleri bizzat kendisi üstlenirken, ikinci derecede önemli görevleri ise eski sahiplerine bıraktı. Tüm bu faaliyetleri dikkate alındığında onu, Mekke şehir devletinin gerçek kurucusu olarak kabul etmek mümkündür. Kusay; Kıyâde, Livâ, Hicâbe, Sikâye, Rifâde gibi en önemli görevleri kendi oğullarına bırakmakla birlikte, bazı görevleri Kureyş’in diğer kollarına taksim etti50. Münir Aclânî, bu görevleri daha sonraki el değiştirmeleri de dikkate alarak üç farklı kategoride incelemektedir: Birinci kısımda dinî görevler yer alır; . Sikâye ve İmâre: Hacıların su ihtiyacının giderilmesi ve Kâbe-i Muazzama adabının muhafazası. (Haşimoğulları). Sidâne ve Hicâbe: Kâbe’ye hizmet görevleri, Kâbe’nin açılıpkapatılması. Ayrıca Nedve görevi. (Abduddâroğulları). Rifâde: Hacılar için Kureyş’ten gıda toplanıp bunun gerekli yerlere sarfedilmesi. (Nevfeloğulları). Eysâr ve Ezlâm: Fal oku çekilmesi görevidir. İnsanlar, herhangi bir işe karar verecekleri zaman “ezlâm” denilen bu oklara müracaat ederek, çıkan sonuca göre hareket ederlerdi. (Cumahoğulları). Emvâl-i Muhaccere: Kâbe’de bulunan putlara sunulan malların muhafaza edilmesi. Ayrıca hükümet görevi. (Sehmoğulları) Mekkelilerin sadece dinî değil, silahlı kuvvetler vazifesini îfa eden müesseseleri de mevcuttu ki, bunları da ikinci grup görevler olarak kabul etmek gerekir. Bu müesseseler, ticaretlerinin güvenlik içinde devamının sağlanması ve düşmanlarına karşı emniyet altında yaşamaları için gerekliydi. Aclânî bu görevleri de iki başlık altında incelemektedir: 1. Ukâb: Harb için karar verildiğinde açılan sancağa verilen isimdir. Bu sancağı taşıyan kişi ordu komutanlığı görevini üstlenmektedir. (Ümeyyeoğulları)

  1. Kubbe ve Einne: Kureyş’in savaş işlerini organize etme vazifesidir. Asıl görevi silah techizatını ve savaşta kullanılacak hayvanları tedârik etmektir. (Mahzumoğulları) Yukarıda zikredilen iki farklı kategorideki görevden ayrı olmak üzere üçüncü bir görev grubu daha vardır:
  2. Meşvere: Önemli meselelerde Kureyş’in görüşlerini alma, şûrâ. (Esedoğlları)
  3. Eşnâk: Diyet ve zararların karşılanması vazifesi. (Teymoğulları)
  4. Sifâre: Kureyş’in diğer kabile ve devletlerle ilişkilerinin sağlanması. (Adîoğulları) Yukarıda saydığımız görevlerin mahiyeti ve sayısı hakkında kaynaklarımız daha farklı bilgiler de vermektedir. Listeden anlaşılacağı gibi, her Kureyş koluna bir görev verilerek aralarında herhangi bir anlaşmazlık çıkmasına engel olunmak istenmiştir.

SİYASÎ HAYAT

İslamiyet'in Doğuşu ve Değişim - 6. Sınıf - Konu Anlatımı | Vitamin

 İslâm öncesi dönemde Kâbe görevlerini yerine getirmek, putlara hizmet etmek, hac yapmak amacıyla gelenlere yardımcı olmak gibi vazifeler, bunları yapan kişi ve kabilelere çok büyük itibar kazandırıyordu. Bundan dolayı Kâbe görevlerini ele geçirmek isteyen kabileler arasında sık sık çatışmalar meydana gelmiştir. Her ne kadar Kureyş içerisinde her kabileye belli bir görev verilerek savaşlar engellenmeye çalışılmışsa da, bu sefer de bir görevi üstlenen kabileye mensup farklı aileler arasında anlaşmazlıklar çıkmış, bu anlaşmazlıklar, bazen diğer kabileleri de içine alacak şekilde büyük çatışmalara dönüşmüştür. Kureyş kabilesinde Kâbe görevleri ve Mekke idaresinin paylaşımı konusundaki ilk ihtilâf, Kusay b. Kilâb’ın ölümünden sonra meydana gelmiş, onun büyük gayretleri neticesinde oluşturulan Kureyş bütünlüğü, kendisinden sonra ikiye bölünmüştür: Kusay vefatından önce kendisinin yürüttüğü görevleri büyük oğlu Abduddâr’a bırakmıştı. Tarihçiler, bu görevlerin ona devredilmesini şöyle izah ederler: Daha Kusay’ın sağlığında küçük oğlu Abdümenâf, Kureyş içinde itibar kazanmış ve sözü dinlenen bir kişi olmuştu. Elde ettiği zenginliği muhtaç insanlara bolca dağıtması nedeniyle Araplar ona “Feyyaz” adını vermişlerdi. O dönemde Abdümenâf’ın ulaştığı servet ve şöhrete hiç kimse ulaşamamıştı. Onun itibarı karşısında ağabeyi Abduddâr silik kalmıştı. Oğlunun eksikliğini gidermek niyetiyle Kusay, kendisinin yürüttüğü görevleri Abduddâr’a vermişti. Kusay’ın vefatından sonra Abdümenâf’ın oğulları olan Abdüşşems, Haşim, Muttalib ve Nevfel, kendilerinin, itibarları sebebiyle Kureyş içinde Abduddâroğulları’ndan daha üstün, Kâbe işlerini idare etme konusunda gerçek hak sahibi olduklarını ilân ederek, bu görevleri amcaoğullarından almaya karar verdiler. Abduddâroğulları buna karşı çıkınca iki aile arasında gerginlik meydana geldi. Kardeş çocukları arasındaki husumet, diğer Kureyş kollarına da yayıldı. Mekke’de bulunan her kabile, bu iki kardeş grubundan birinin yanında yer almak durumunda kaldı. Bu bölünmede Abduddâroğulları’nı; Mahzumoğulları, Adîoğulları, Sehmoğulları ve Cumahoğulları desteklerken; Abdümenâfoğulları tarafında Esedoğulları, Zühreoğulları, Haris b. Fihroğulları ve Teymoğulları yer aldılar. İki grup da her durumda birbirlerine yardımcı olacaklarına, savaş ve barışta birlikte hareket edeceklerine dair andlaşma (hılf) yaptılar. Abdümenâf’ı destekleyenler, Kâbe’de bir araya gelerek ellerini içinde güzel kokular bulunan (tîb) bir kaba daldırmak suretiyle ahitleştiler. Bundan dolayı bu gruba Mutayyebûn adı verildi. Abduddâr da, müttefikleriyle yeminleşti ki, onlara da Ahlâf (taraflar) denildi. Daha sonraları bu iki gruptan Abdümenâf tarafı Hilfü’l-Mutayyebûn, Abduddâr tarafı da Hılfü’l-Ahlâf olarak anılmışlardır65. Her iki cephe de savaş hazırlıklarına başladı. Taraflardan her kabile, karşı bloktan bir kabile ile savaşmak üzere eşleştirildi. Savaş başlamak üzere iken, araya giren başka kabilelerin arabuluculuğu ile sulha karar verildi. Varılan anlaşma sonucu, Abduddâr’a genellikle önemli olmayan bazı imtiyazlar verilmekle beraber, asıl iktidar Abdümenâf’ın eline geçti. Bu anlaşma ile Hicâbe, Livâ, Nedve yine Abduddâr’da kalırken, en önemli görevler Sikâye, Rifâde ve Kıyâde Abdümenâfoğulları’nın uhdesine verildi. Ahlâf ve Mutayyebûn grupları, herhangi bir savaşa girişmediler, ama her iki taraf aralarında tesis ettikleri bu ilk anlaşmalarını -bazen gruplardan birer ikişer fire vererek de olsa- İslâmiyet’in ortaya çıkışına kadar devam ettirdiler. Bu gruplaşma neticesinde ortaya çıkan taraflar, Hz. Peygamber (sav) dönemi de dâhil olmak üzere, birbirlerine her türlü desteği vermeye devam etmişlerdir. Kureyş içinde ikinci bölünme, başka bir ifadeyle birinci bölünmeyi daha da derinleştiren olay, Ficar savaşından sonra ve bi’setten yirmi yıl önce vuku bulan Hilfü’l-fudûl hadisesidir 70. Bu anlaşmanın yapılmasına sebep olan kişi, Âs b. Vâil’dir. Rivayete göre Yemen taraflarında yaşayan Zebid kabilesinden bir tüccar Mekke’ye mal getirmişti. Kendisi de tüccar olan Âs b. Vâil, Yemenli’nin malını aldı, fakat karşılığını ödemedi. Çaresiz kalan yabancı, Mahzum, Abduddâr, Cumah, Sehm ve Adi’den oluşan Ahlâf grubundan yardım istedi. Fakat bu kabileler ona yardım etmedikleri gibi, isteğinden de vazgeçmesi tavsiyesinde bulundular.

Hakkını alamayan Yemenli, Ebû Kubeys dağına çıkıp bu mübarek beldede zulme uğradığını ilân ederek şehir halkından yardım istedi. Onun çağrısına ilk cevap Teym kabilesinden geldi. Mutayyebûn grubunun liderlerinden olan Teymli Abdullah b. Cud’ân, zulme uğrayanları müdafaa için tüm Kureyş’i işbirliğine davet etti. Bu çağrıya Haşimoğulları, Muttaliboğulları, Esedoğulları, Zühreoğulları ve Teymoğulları iştirak ettiler. Ahlâf grubundan olan Abduddâr, Mahzum, Cumah, Sehm ve Adîoğulları birliğe dâhil olmadıkları gibi, bir inek kesip kanına ellerini batırmak suretiyle Hilfü’l-fudûl’a katılmama konusunda yeminleştiler. Abdullah b. Cud’ân’ın evinde toplanan Mutayyebûn taraftarı kabileler, haksızlığa uğrayan herkese yardımcı olmak üzere anlaştılar. Bu anlaşmaya Hilfü’l-fudûl adı verilmiştir. Cemiyetin ilk icraatı, gasp ettiği malı Âs b. Vâil’den alarak sahibine teslim etmek olmuştur. Bu cemiyete Hz. Peygamber (sav) de bizzat iştirak etmiştir. Allah Rasûlü (sav), peygamberliği döneminde bu anlaşmayı övmüş, andlaşma adına yeniden bir çağrı aldığı takdirde tereddütsüz katılacağını ifade etmiştir.

Yukarıda bahsedilen Ahlâf-Mutayyebûn olayı ve Hilfü’l-fudûl’den sonra da Kureyş kabileleri arasında muhtelif nedenlerle farklı siyasî gruplaşmalar ve bölünmeler meydana gelmiştir. Ancak bu iki hadisedeki siyasî kamplaşmalar genelde değişmemiştir. Bu gruplaşma aşağıdaki şekilde tasnif edilebilir.

 A Topluluğu

 B Topluluğu

 C Topluluğu Haşim Abdüşşems (Ümeyye Mahzum Muttalib Nevfel Sehm Zühre Esed Cumah Teym Âmir Abduddâr Haris b. Fihr Adî Bu gruplamada

 A topluluğu, Esed’in çıkıp yerine Adî’in eklenmesiyle oluşan Hilfü’l-fudûl cemiyeti mensuplarıdır.

 B ve C toplulukları birçok maksatla birlikte çalışmışlardır. Özellikle Abdüşşems, ortak ticarî çıkarları dolayısıyla

C topluluğu ile çok sıkı münasebet kurmuştur.

C topluluğu ise Adî kabilesinin kaybedilmesiyle eski Ahlâf’ı oluşturmaktadır. Bu bölümleme, kabileler arası yakınlaşma, dostluk-düşmanlık, birlikte yahut ayrı hareket etme esasına göre oluşturulmuş, bu ortaklık daha sonraki dönemlerde sürdürülmüştür.

İslâm öncesi dönemde Mekke’deki siyasî ortamını ortaya koyduktan sonra, bu kabilelerin İslâm’ın zuhuruna tekaddüm eden dönemdeki siyasî ve iktisadî durumları hakkında da karşılaştırmalı bilgiler aktarmak istiyoruz: Hz. Peygamber’in (sav) tebliğ ile görevlendirilmesi öncesinde Kureyş içinde en güçlü kabile, Halid b. Velid’in mensubu olduğu Mahzumoğulları idi. Mekke yönetiminde onlara denk olabilecek tek kabile ise, Ebû Süfyan’ın soyu olan Ümeyyeoğulları’ydı. Bu iki kabile ticarî alanda temayüz etmişler, hem iktisadî hem de askerî alanda diğer Kureyşliler’e üstünlük sağlamışlardı. Amr b. el-Âs’ın ailesi Sehmoğulları da Kureyş’in en güçlü soylarından biriydi. Ahlâf-Mutayyebûn’dan beri kudretli bir kabile olan Mahzumoğulları ile müttefik olan Sehmliler, kendilerinin sebep oldukları Hilfü’l-fudûl’de de aynı soyun desteğini alarak bu bağı daha da güçlendirmişlerdir. Muhtemelen Emevî-Haşimî mücadelesinin başlaması nedeniyle Ümeyyeoğulları Hilfü’l-fudûl’e katılmayınca, Sehmoğulları bu kabile ile de sıcak ilişkiler kurabilmiştir. Bu ilişkiler, her iki kabile arasında ticarî birliktelikleri akla getirmektedir. Bunlara ilaveten Sehmoğulları; Mahzum, Cumah ve Abduddâr’ın bulunduğu C grubunda yer aldığı için, bu ailelerle çok eskilere dayanan münasebetler içerisinde olmuşlardır. Hz. Peygamber’in (sav) kabilesi ise bilhassa Abdulmuttalib’in vefatından sonra gözle görülür bir şekilde zayıflamıştı. Onun ölümünden sonra yerini doldurabilecek ve aileye eski nüfuzunu kazandırabilecek bir halef yoktu. Ne tüccar olması nedeniyle panayırlarda dolaşmakla meşgul olan Abbas, ne fakirlikle boğuşan Ebû Talib, ne de ahlâksız bir adam olan Ebû Leheb, babalarının yerini doldurabilecek nitelikteydiler. Askerî üstünlüğü Mahzumlular’a ticarî ve iktisadî gücü de Ümeyyeoğulları’na kaptıran Haşimoğulları, geçimlerini hac mevsiminde mahallî ticaretle sağlamaya çalışıyorlardı. Onlar, Sikâye ve Rifâde hizmetlerini yürütmekle dinî alana ağırlık vermişler, dünyevî-maddî sahada üstünlüğü rakiplerine terketmek zorunda kalmışlardır. Bu dönemde Ubeyde b. el-Hâris’in mensubu bulunduğu Muttalib, Mus‘ab b. Umeyr’in soyu Abduddâr, Hz. Ebû Bekir’in ailesi Teym, Hz. Ömer’in sülalesi Adî ve Utbe b. Gazvan’ın ceddi olan Nevfel oldukça güçsüz kabilelerdi. Abdurrahman b. Avf ve Sa’d b. Ebî Vakkâs’ın kabilesi Zühreoğulları, Ümeyye ailesiyle birtakım ticarî ilişkileri sebebiyle olsa gerek, diğer kabilelere göre biraz daha müreffeh bir hayat yaşamaktaydı. Ebû Ubeyde b. el-Cerrah’ın ailesi Haris b. Fihr ve Süheyl b. Amr’ın soyu olan Âmir kabilesi ise Kureyş el-Bitah ile Kureyş ez-Zevâhir arasında bir yer işgal ediyorlar ve muhtemelen Kureyş’in en alt seviyedeki iki kabilesini oluşturuyorlardı. Mahzum ve Ümeyye ile evlilik yolu ile bağ kurabilmiş olan Zübeyr b. el-Avvâm’ın kabilesi Esedoğulları nisbeten güçlerini artırabilmişlerdi. Ümeyye b. Halef’in liderliğindeki Cumahoğulları ise orta sınıf bir kabileydi. Bu bilgiler çerçevesinde, Kureyş soylarını siyasî, ticarî, ve askerî etkinlikleri itibariyle üç gruba ayırmak mümkündür: Buna göre Mekke’nin en güçlü kabileleri olarak Mahzum, Ümeyye ve Sehmoğulları ilk üç sırayı paylaşmaktadırlar. Haşim, Cumah, Zühre, Adî, Nevfel, Teym, Muttalib ve Abduddâr kabileleri ise orta düzeyi oluşturmaktadırlar mümkündür. Geriye Mekke’nin en zayıf kabileleri Haris b. Fihr ve Amiroğulları kalmaktadır.

İslamiyetin Doğuşu ve Yayılışı - Tarih Dersi Tarih Öğretmeni

    İslâm öncesi dönemde Ahlâf-Mutayyebûn gruplaşması ve Hilfü’lfudûl gibi hadiseler neticesinde meydana gelen bölünmeler, Mekke’nin idarî yapısı ve siyasetinde belirleyici bir rol oynamıştır. Aynı durum, kabilelerin Hz. Peygamber’in tebliği karşısında tutum belirlemelerinde de etkili olmuştur. Cahiliye döneminde çeşitli sebeplerle Haşimoğulları’na düşman olan kabileler aynı davranışlarını İslâm’a ve müslümanlara karşı da göstermişlerdir. İslâm öncesinde Hz. Peygamber’in kabilesiyle daha sıcak ilişki içinde olan Mekke aileleri ise, gerek Hz. Peygamber’e ve diğer kabile müslümanlarına, gerekse kendi kabilelerinden İslâm’a dâhil olanlara daha müsamahakâr bir tavır sergilemişlerdir. Mekkeli fertlerin ve kabilelerin, İslâm ve müslümanlar ile ilgili tutumlarının sadece kabilelerin İslâm öncesi hadiselere dayanan siyasî konumlarından ve asabiyet duygusundan kaynaklandığını ileri sürmek tek başına geçerli olmaz. Ancak Arap toplumunun sosyal hayatında ve ilk dönem İslâm tarihi hadiselerinin değerlendirilmesinde kabile dayanışması dediğimiz asabiyet düşüncesininin göz ardı edilemeyeceği de bir gerçektir.

Magna Karta

Magna Carta nedir, maddeleri nelerdir? Magna Carta Libertatum hangi ülkenin kralıyla yapılmış bir sözleşmedir? - Son Dakika Eğitim Haberleri

Magna Carta (Latince: “Büyük Sözleşme”) veya Magna Carta Libertatum (Latince: “Büyük Özgürlükler Sözleşmesi”), 1215 yılında imzalanmış bir İngiliz belgesidir. Bu belge ile İngiltere kralının; yetkilerinin birkaçından feragat etmesi, yasalara uygun davranması ve hukukun arzu ve isteklerinden daha üstün olduğunu kabul etmesi zorunlu kılınarak İngiltere tarihinde kralın yetkileri ilk kez kısıtlamış ve derebeylere bazı haklar tanımıştır. Magna Carta, günümüzdeki anayasal düzene ulaşana kadar yaşanılan tarihsel sürecin en önemli basamaklarından birisidir.

Metinde kralın yetkilerini teoride kısıtlayan hükümler yer alan belge aslen; Papa III. Innocentius, Kral John ve baronları arasında, kralın yetkileri konusunu karara bağlamak amacıyla imzalanmıştır. 61. maddeye göre feodal yasalara gönderme yapılıyor ve 25 baronun kralın hükmüne karşı gelebileceği belirtiliyordu.[2]

Hiçbir tarafın belgede gerçekleştirdiği sözlerine sadık kalmaması ve Papa III. Innocentius’un belgeyi iptal etmesi I. Baronlar Savaşı’na neden olmuştur.

Anlaşmanın Hazırlanma Sebepleri

Belgenin hazırlanmasında rol alan olaylar Normanlar’ın İngiltere’yi ele geçirmelerine kadar dayanır. İngiliz krallarının amacı, fetihten sonra iktidarı ele geçirerek derebeylerini saf dışı bırakmaktır. Bu alanda yapılan tüm faaliyetler ülkedeki baronları rahatsız etmeye başlamıştı. Gitgide artan bu rahatsızlıklar ileride isyanlara sebep oldu. 150 yıldır süren kral ve baronlar arası çekişme, Kral John’un girişimleri ile iyice idare edilemez bir hal aldı. Bunun üzerine kral, bütün gücünü derebeylerine karşı kullandı. Bu davranış derebeyleri sinirlendirdi. İleriki zamanlarda Kral John’un Fransızlarla yaptığı savaşta (1214) yenilmesini bir fırsat olarak gören baronlar ülkedeki imtiyazlarını, topraklarını, kalelerini ve buna benzer diğer haklarını geri almak için harekete geçtiler. Baronlar bir araya toplanarak isteklerini bir beyan halinde krala sunmaya karar verdiler. Kralın isteklerini reddetmesi durumunda savaşacaklarına dair kendi aralarında sözleştiler.

Magna Karta’nın İlanı

Magna Carta: Sekiz yüzyıllık özgürlük | Yorum Haberleri

Bu karardan sonra baronlar 1215’te kral ile görüştüler. Görüşmenin sonunda isteklerini ileriki zamanlarda cevaplandıracağını söyleyen kral sözünde durmadı. Bunun üzerine baronlar krala karşı ayaklandılar. İngiltere’nin mühim yer ve şehirlerini ele geçiren baronlar kralı anlaşmaya mecbur ettiler. 1215’in Haziran ayında imzalanan Magna Karta ile kral hakimiyetinin “baron” adı verilen toprak sahipleri adına kısıtlanmasını kabul etti. Bu sayede kralın kayıtsız sultası kalkmış, kral ve derebeylerin karşılıklı vazifeleri belirlenmişti. Fermanın ilan edilmesi ile derebeyler büyük imtiyazlar elde etti ve derebeylik mefhumu sağlam bir zemine oturtuldu. Halk ise yine serf olarak kalmış, derebeylerin toprakla birlikte alıp sattığı konumdan kurtulamamıştı.

Magna Carta Libertatum

Vatandaşların özgürlüklerini belirlemekten çok, toplumdaki egemen güçler arasında bir denge kuran Magna Carta, kralın sonsuz olan yetkilerini derebeyler ve din adamları adına sınırlamıştır. Magna Carta’nın 39. maddesi, fermandaki en önemli ifadelerden biridir. Bu madde günümüz hukuk sisteminin temel taşlarından biri olarak kabul edilmektedir. İçerikse şöyledir:

 “Özgür hiç kimse kendi benzerleri tarafından ülke yasalarına göre yasal bir şekilde muhakeme edilip hüküm giymeden tutuklanmayacak, hapsedilmeyecek, mal ve mülkünden yoksun bırakılmayacak, yasa dışı ilan edilmeyecek, sürgün edilmeyecek veya hangi şekilde olursa olsun zarara uğratılmayacaktır.”

Magna Karta’nın Sonuçları

Magna Carta nedir, ne zaman, kimler arasında imzalandı?

O tarihlerde mutlak bir güç olan kralın yetkisi tanrı tarafından doğrudan ona verilmiş bir görev olduğu inancı yaygındı. Magna Karta ile bu görüş yıkılmış, kralın yanında lordlardan oluşan bir parlamento kral ile birlikte hüküm vermeye başlamıştır. Bu süreç kilisenin de gücünün azalmasına yol açmıştır.

OSMANLI’DA DEMOKRASİ AŞAMALARI

SENEDİ İTTİFAK:

Bu antlaşma Sadrazam Alemdar Mustafa Kemal Paşa merkezi otoriteyi güçlü tutmak için 2. Mahmut ile ayanlar arasında yapıldı. Bu sözleşmeye göre ayanlar padişaha bağlı olup veri toplama ve askere gönderme gibi işlerde destek olacak, ayanlar birbirlerinin halkasına saygı duyacak, yapılan ıslahat hareketlerini destekleyecek, İstanbul’da isyan çıkarsa bastırılması konusunda yardımcı olacaklar. Bu sözleşme ile taşrada ekonomik güce sahip olan ayanlar siyasi açıdan güçlendi.

TANZİMAT FERMANI:

Tanzimat Fermanı Nedir? Amaçları, Maddeleri, Önemi, Sonuçları Nelerdir? - İlk ve Tek Osmanlı Padişahları, Eserleri, Müzikleri Sitesi Kimdir Nedir Ansiklopedi Sözlük

Gülhane’i Hattı Hümayun olarak geçen ferman 3 kasım 1839 yılında 2. Abdülhamit döneminde imzalandı. Ferman Mustafa Reşit Paşa tarafından hazırlandı. Ferman Abdülmecit mührüyle yayınlandı. Ferman Gülhane Parkında okunduğu için fermana Gülhane Hattı Hümayunu denilmiştir. Bu ferman Osmanlı devletinde batıcılık ve Osmanlıcılık anlayışını hazırladı. Tanzimat fermanında amaç Fransız ihtilalı sonucu ayaklanan azınlıklara haklarını verip Osmanlı imparatorluğunun dağılmasını önlemekti. Azınlık haklarını bahane ederek Osmanlı içişlerine karışan Avrupa Devletinin bu faaliyetine son vermekti. Azınlıklara haklar verilip Avrupa’ya karşı hoş görünerek Mısır ve Boğazlar konusunda Avrupalı devletlerin desteğini almak, Balkanlardaki Rus etkisini azaltmak amacıyla yayımlandı.

Tanzimat Fermanında Yer Alan Hükümler:

 Tanzimat fermanına göre herkesin mal can ve ırz güvenliği devletin garantisi altında olacak. Herkesin gelirine göre vergi alınmaya başlanacak. Vergi sistemi sil baştan düzenlenecek. Askeri işler düzene konacak, askerlik vatani bir görev haline gelecek. Herkes dil, din, ırk ayrımı gözetmeksizin kanunlar önünde eşit olacak. Mahkemeler herkese açık bir şekilde yapılacak. Kimse mahkemeye çıkmadan cezalandırılamayacak. Herkes malına sahip çıkabilecek, malını Miras olarak bırakabilecek, müsadere kaldırılacak. Her türlü rüşvet ve iltimas kaldırılacaktır.

Tanzimat Fermanının Özellikleri:

Tanzimat fermanı ile ilk kez kanun üstünlük prensibi kabul edilmiştir. Padişah bu fermanla kendi yetkilerini kısıtlamıştır. Anayasal düzene geçiş için en büyük adımdır. Sorunları yalnız çözemeyeceğini anlayan Osmanlı bu ferman ile Avrupa ile dost geçinmek istemiştir. Tanzimat fermanı ile gelen yenilikler önceki düzenlemelere göre farklılık gösterir. Bu ferman ile ilk kez insan hakları konusunda yenilik yapılmış. Bu yenilikler halk hareketi değildir. Padişah iradesi ile ortaya çıktığı için halk tarafından net anlaşılmamış ve desteklenmemiştir. Tanzimat fermanı sonucu Osmanlı devleti Avrupa devletinden beklediği desteği alamamıştır. Boğazlar meselesi Osmanlı aleyhine değil Avrupa lehine çözülmüştür. Fransız ihtilalı etkilerine engel olmak için çıkarılan bu ferman amacına ulaşamamıştır. Fransız ihtilal etkileri Osmanlı’yı kasıp kavurmuştur. Milliyetçilik akımı Osmanlı devletinin dağılma sürecini hızlandırmıştır. Avrupalı devletler azınlık haklarını bahane ederek Osmanlı devletinin iç işlerine daha fazla karışmaya başladı. Tanzimat fermanı sonrası Avrupa tarzı mahkemeler, okullar ve eğitim kurumları açıldı. Bu da eğitim ve hukuk alanında ikililiğin ortaya çıkmasına neden oldu.

   TANZİMAT DÖNEMİ:

 Tanzimat dönemi 3 kasım 1839 yılında başlar 23 Aralık 1876 yılında 1. Meşrutiyetin ilanı ile son bulur. Bu dönemde batıdan yasalar alınmıştır. 1840 yılında Fransız ceza yasası, 1860 da Ticaret hukuku Osmanlı devletine girdi. Bu yasaları uygulamak için Nizamiye mahkemeleri açıldı. Tanzimat fermanının Mimarı Mustafa Reşit Paşaya göre yapılacak yenilikler eğitim temelli olmalıydı. Yeni hukuk düzeni hak ve görevlerini bilen kuşakların yetişmesi ile sağlanırdı. Eğitim sorunlarını görüşmek için Meclisi Maarifi Umumiye kuruldu. Bu dönemde batı tarzı okullar açıldı. Çeşitli milletten insanlara Osmanlıcılık bilinci yerleştirmek için Galatasaray Sultanisi açıldı. Batı bilimlerinin Osmanlı devletine geçişini sağlamak için Encümeni Danış Akademisi kuruldu. Batıyı bilen ve anlayan aydınlar yetiştirildi. Ülkede sivil siyasi gazete çıkartıldı. Bu gazeteler kültürel ve siyasal hayatı canlandırdı. Aydınlar parlamentoya dayalı meşruti sistemi savunmaya başladı. Bu amaçlarına ulaşmak için 1865 yılında Yeni Osmanlılar adıyla örgüt kuruldu. 19. Yüzyılda Avrupa özgürlük mücadelesi veren Carbonari cemiyetini örnek alan Osmanlılar Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali Süavi gibi kişilerle ün yaptı.

ISLAHAT FERMANI:

OSMANLI DEVLETİNDE ISLAHAT HAREKETLERİ VE BATI MEDENİYETİNE GİRİŞ GAYRETLERİ (1700-1839) – Prof. Dr. Mehmet KARAGÖZ[i] « Ahsen Okyar

 Islahat Fermanı 23 Şubat 1856 yılında imzalandı. Abdülmecit zamanında Kırım savaşından sonra yayımlanmıştır. Osmanlı bu dönemde Avrupa devletlerinin istekleri doğrultusunda ıslahatlar yapıp Paris Barış Konferansında lehine karar çıkmasını hedeflemiştir. Islahat fermanı da tıpkı Tanzimat fermanı gibi Osmanlının çok zor durumda olduğu bir dönemde çıkarılmıştır. Tanzimat fermanında ırk, dil, din ayrımı yapılmaksızın bütün halka haklar verilmişken ıslahat fermanında sadece gayrimüslimlere yeni haklar tanınmıştır. Islahat fermanı bir nevi Tanzimat fermanının devamı niteliğindedir. Kırım savaşında Osmanlı yanında yer alan İngiltere, Fransa ve Avusturya Osmanlıda yaşayan Hıristiyan halkın Tanzimat ile yeteri kadar hak almadığını söyleyerek bu hakların genişletilmesini istedi.

Islahat Fermanında Yer Alan Hükümler: Hiçbir suretle azınlıklara küçük düşürücü laflar söylenmeyecek. Azınlıklara din ve mezhep özgürlüğü tanınıp azınlıkların okul ve kiliselerinin bakım ve onarımını devlet üstlenecek. Gayrimslümler devlet memuru olabilecek, askeri ve sivil okullara girebilecek. Vergiler herkesin gelirine göre alınıp cizye vergisi kaldırılacak. Mahkemeler herkese açık olacak, herkes kendi inancına göre yemin edecek, mahkemede gayrimüslimlerin şahitlikleri kabul görecek. Azınlıklar il meclisine üye olabilecek, her gayrimüslim topluma ikişer temsilci gönderebilecek. Böylece azınlıklar da yerel yönetime katılım hakkı elde etmiş oldu. Azınlıklar kendi iş yerlerini açabilecekti. Azınlıklar istediği mülkü satın alabilecek. Askerlik için azınlıklara nakti bedel usulü getirildi. İltizam usulü kademeli olarak kaldırıldı. İşkence ve angarya kalktı.

Islahat Fermanının Sonucu: Osmanlı ıslahat fermanı ile Avrupalı devletlerin iç işlerine karışmasına engel olamadı. Osmanlıyı bölüşmek isteyen devletler Osmanlının ıslahat fermanına uymadığını gerekçe göstererek Osmanlı iç işlerine karışmaya devam etti. Hak elde eden azınlıklar patrikhanelerde toplanarak kendi milletlerine özel nizamnameler çıkardılar. Tanzimat ve ıslahat fermanı ile tanınan ayrıcalıklar gayrimüslimleri mutlu etmeye yetmedi. Çünkü Osmanlı devletinde yer alan gayrimüslimler hak değil bağımsızlık istiyorlardı. Dağılmaya engel olmak adına Osmanlı devleti azınlıklara geniş haklar verdi. Osmanlı devlet yöneticileri Osmanlıcılık ilkesini hayata geçirmek istedilerse de bunda başarılı olamadılar.

MEŞRUTİYETİN İLANI:Meşrutiyet 23 Aralık 1876 yılında 2. Abdülmecit zamanında genç Osmanlıların çabası ile ilan edildi. Mithat Paşa, Ziya Paşa, Ali Süavi, Namık Kemal ve Şinasi’nin bulunduğu devlet adamlarından oluşan Genç Osmanlılar Sultan Abdülaziz’i tahttan indirip yerine V.Murat’ı tahta çıkardılar. V. Murat akli dengesi bozuk olduğu ortaya çıkınca meşrutiyeti ilan etme sözü veren 2. Abdülmecit’i padişah yaptılar.

2. Meşrutiyet'in İlk Yılı | Milliyet Sanat

Meşrutiyet’in ilan Edilmesinin Sebepleri: Meşrutiyet balkan uluslarının isyanlarını önleyip Osmanlı devletini dağılmaktan kurtarmak için ilan edildi. Osmanlıcılık düşüncesini savunan Genç Osmanlılar imparatorluğun bütünlüğünü korumak, Avrupalı devletlerin iç işlere karışmasını engellemek için dil, din, ırk ayırt etmeksizin Osmanlı halkının yönetime katılmasını savundu.

KANUNİ ESASİ: Kanuni esasi Mithat Paşa başkanlığında hazırlandı. 119 maddeden oluşan bu belge Osmanlı devletinin ilk anayasası olarak kabul edilir. Kanuni Esasi Belçika anayasasından etkilenmiştir. Kanuni Esasi 23 Aralık 1876 yılında yayınlandı. Kanuni esasiye göre padişah meclis açma kapama, milletler arası anlaşma imzalama, savaş ve barışa karar verme, sürgüne gönderme yetkisi verilmiştir. Padişah yasama yetkisini ayan ve Mebusan meclisine vermiştir. Ayan meclisi üyeleri padişah tarafından seçilir. Bu görevde ölene kadar kalırlar. Mebusan meclis üyelerini halk seçer. Bu üyeler seçimle değişir. Seçimler 4 yılda bir yapılır. Mebusan meclis başkanını ve 2 yardımcısını padişah seçer. Kanun teklifini sadece hükümet yapabilir. Yürütme yetkisi başında padişahın bulunduğu Bakanlar kuruluna verilmiştir. Bu üyeleri ve sadrazamı padişah atar. Hükümet meclise karşı değil padişaha karşı sorumlu tutulmuştur. Padişah yargı yetkisini yüce divana vermiştir. Padişah mahkeme kararı olmadan istediği kişiyi sürgüne gönderebilir. Saltanat ve hilafet hakkı Osmanlı hanedanının en büyük erkek evladına aittir. Devletin dini İslam olup yasalar dini hükümlere aykırı olamaz. Başkent İstanbul, resmi dil ise Türkçedir. Kanun-i Esasi’de kişi özgürlüğü, öğretim ve öğrenim özgürlüğü, mülkiyet hakkı, din özgürlüğü, basın özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, vergi eşitliği, yasal eşitlik ve dilekçe hakkı gibi temel haklar yer almıştır.

Kanuni Esasi’nin Önemi: Kanuni esasi Osmanlı devletinin ilk anayasası olarak kabul edilir. Meşruti Monarşi karakter özelliği taşır. Teokratik bir yapıya sahiptir. Halk ilk kez yönetime katılmıştır. Bu sistemle birlikte parlamenter sisteme geçiş yapılmıştır. Meclis bir danışma meclisi olup son söz padişaha aittir. Padişah yetkileri milli iradenin üstündedir. Kişi hak ve özgürlükler genişletilmiş anayasa ile güvence altına alınmıştır.

MEŞRUTİYET DÖNEMİ: Bu dönem 24 Temmuz 1908 yılında başlar. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne bağlı genç subaylardan Ahmet Niyazi ve Enver Bey manastır ve Selanik tarafında isyan ettiler. Azınlık ayaklanmasını önleyemeyen 2. Abdülmecit Meşrutiyeti ilan etmek zorunda kalır. 2. Meşrutiyetle birlikte 2. Abdülhamit dönemi sona erer. Yeni dönemde ittihatçılarla, karşıtları arasında yoğun bir çatışma başlar. 2. Meşrutiyet ile ortaya çıkan siyasi boşluktan yararlanan Bulgaristan bağımsızlığını ilan etti. Yunanistan da Girit’i işgal etti.

İkinci Meşrutiyet - Türkçe Bilgi

Avusturya – Macaristan Bosna – Herseki topraklarına kattı. İttihat ve Terakki Cemiyeti parti haline gelip hükümetin işlerine müdahale etmeye başladı.  İttihat ve Terakki Partisine muhalefet olarak padişah yanlıları Ahrar Partisini kurdu.

31 MART OLAYI:

 Meşrutiyet rejimine karşı çıkan bir isyan olup bu isyanı Hareket ordusu bastırmıştır. Hareket ordusu komutanı Mahmut Şevket Paşa, Kolağası Mustafa Kemal’dir. (Kurmay Yüzbaşı)II. Abdülhamit ayaklanmada rolü bulunduğu tespit edilip 1909 yılında meclis kararıyla tahttan indirilip yerine V. Mehmet Reşat getirildi (1909 – 1918).İttihat ve Terakki Partisi Osmanlı devletinin ilk siyasi partisidir. II. Meşrutiyet Dönemiyle birlikte Osmanlı Devleti çok partili hayata geçti. Tarihimizde rejime karşı yapılan isyanlar 31 Mart Olayı, Şeyh Sait isyanı ve Menemen olayıdır. Osmanlı tarihinde meclis kararı ile tahttan indirilen 2 padişahtan birisi 2. Abdülhamit diğeri ise Vahdettin’dir.

Meşrutiyet Dönemi’nde Kanun-ı Esasi’de Yapılan Değişiklikler:

31 Mart Vakası Nerede Başlar, Nerede Biter? – Derin Tarih

 Padişah Mebusan Meclisinde anayasaya bağlı kalacağına dair yemin etmeli. Bu madde ile kanun üstünlüğü ilkesi benimsenmiştir. Padişah bakanlar kurulu başkanını seçmekle yükümlüdür. Bakanlar kurulu Mebusan meclisine karşı sorumludur. Bu madde ile millet iradesi yürütme organı üzerinde denetim hakkı elde etti. Mebusan meclis başkanını padişah belirler. Uluslararası antlaşmalar Mebusan meclisinin onaylaması ile yürürlüğe girer.  Mebuslar Meclisi ve Ayan Meclisi padişahtan izin almadan yasa önerebilir. Padişahın veto ettiği yasa mecliste yeniden kabul edilirse padişah bu yasa tasarısını onaylamak zorundadır. Padişahın meclisi açma – kapama yetkisine sınırlama geldi. Osmanlı halkına siyasi örgütlenme ve toplantı hakları verildi. Padişahın sürgüne gönderme yetkisi elinden alındı. 1909 Anayasa’da yapılan değişikliklerle Anayasa daha demokratik hale geldi.

İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi

İnsan Hakları Yalanı – İktibas Dergisi

İnsan Hakları Evrensel Bildirisi Universal Declaration of Human Rights  UDHR), Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonu’nun Haziran 1948’de hazırladığı ve birkaç değişiklik yapıldıktan sonra 10 Aralık 1948’de, BM Genel Kurulu‘nun Paris‘te yapılan 183. oturumunda kabul edilen 30 maddelik bildiridir.

Bildirinin imzalanmasında, II. Dünya Savaşı‘ndan sonra devletlerin, bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleşmesi de etkili olmuştur. Eleanor Roosevelt bu bildiriyi “Bütün insanlık için bir “Magna Carta (Magna Karta)” olarak tanımlamıştır. Bildirinin imzalandığı 10 Aralık, Dünya İnsan Hakları Günü olarak kutlanır.

Tarihi

Devletler, önceleri, baskıya dayanan bir anlayışla yönetilmekteydi. Bu anlayışa son vermek amacıyla 1215 yılında İngiltere Kralı’na kabul ettirilen bildiri olan Magna Cartainsan hakları kavramının ilk belgesi sayılır. İnsan hakları konusunda yayımlanan bir diğer önemli bildiri ise, Amerika’da yayımlanan Bağımsızlık Bildirgesi‘dir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik gibi kavramlar, 1789 yılında gerçekleşen Fransız Devrimi‘nden sonra yayımlanan “İnsan Hakları Bildirisi”nde gerçek yerini almıştır.

  1. Dünya Savaşı‘ndan sonra devletler bireylere tanınan hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması konusunda birleştiler. Bunun bir nedeni de, insanlara özgürlük tanınmasının, devam ederse uygarlıkların sonu olabilecek savaşları da önleyebileceği düşüncesidir.

Bildirinin imzalanması

Yeşil ülkeler: lehte oy kullandı; Turuncu ülkeler: çekimser kaldı; Siyah ülkeler: çekimser kalamadı veya oy kullanamadı; Gri ülkeler: oylama sırasında BM’nin bir parçası değildi

Bildiri, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Komisyonunca Haziran 1948’de hazırlandı. Yapılan kimi değişikliklerin ardından, 10 Aralık 1948’de Genel Kurulun Paris‘te yapılan oturumunda kabul edildi. Oturumda, 6 sosyalist ülke çekimser kaldı. Bildiri, bu ülkeler ile Suudi Arabistan ve Güney Afrika Birliği dışında kalan ülkelerin oylarıyla kabul edildi.

İçeriği

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine Başvuru Nasıl Yapılır? - Heper Hukuk

 

Bu bildiriyle, yalnızca demokratik anayasalarla tanınan temel, medeni ve siyasi haklar değil; ekonomik, toplumsal, kültürel haklar da genel tanımlarla belirli hale gelmiştir. İlk grup haklar arasında yaşama, özgürlük ve kişi güvenliği gibi haklarla birlikte keyfi tutuklama, hapis ve sürgünden korunma, bağımsız ve tarafsız mahkemelerde adil ve kamuya açık olarak yargılanma hakkı ile düşünce, vicdan, din, toplanma ve örgütlenme özgürlükleri bulunur.

Sosyal güvenlik, çalışma, eğitim, toplumun kültürel yaşamına katılma haklarıyla bilimsel ilerlemenin ürünlerinden yararlanma hakkı ise, bildiriyle getirilen yeniliklerdendir.

Hükümetler, Bildirge’de belirtilen insan haklarının evrensel ve etkili bir şekilde tanınmasını ve gözetilmesini güvence altına alan ilerici tedbirlere kendilerini ve insanlarını taahhüt ederler. Yasal olarak bağlayıcı olmasa da Bildiri, 1948’den bu yana çoğu ulusal anayasada kabul edilmiştir veya etkilidir. Ayrıca, artan sayıda ulusal yasa, uluslararası yasa ve antlaşmanın yanı sıra büyüyen bir ulusal kurumun da temelini oluşturmuştur.

Bir anlaşma olmasa da Bildirge, tüm üye devletleri bağlayan Birleşmiş Milletler Şartı’nda yer alan “temel özgürlükler” ve “insan hakları” kelimelerinin anlamını tanımlamak amacıyla açıkça kabul edilmiştir. Bu nedenle, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Birleşmiş Milletler’in temel kurucu bir belgesidir. Bildirge hükûmetler, akademisyenler, savunucular ve anayasa mahkemeleri ve tanınmış insan haklarının korunmasına ilişkin ilkelerine itiraz eden kişiler tarafından geniş bir biçimde atıfta bulunulmaya devam etmektedir. Ayrıca bu bildirgede uluslararası hukukta ilk kez, bildirgenin önsözünde “hukukun üstünlüğü” terimi kullanılmıştır.

Uluslararası İnsan Hakları Günü

Uluslararası Af Örgütü'nün 2019 insan hakkı ihlalleri raporu yayınlandı: Afrika'dan Amerika kıtasına insan hakları ağır hasarlar aldı | Independent Türkçe

İnsan Hakları Günü, her yıl 10 Aralık’ta kutlanır. Gün normalde hem üst düzey siyasi konferanslar ve toplantılar hem de insan hakları konularında kültürel etkinlikler ve sergilerle gerçekleştirilir. İnsan hakları alanında faaliyet gösteren pek çok hükûmet ve sivil toplum kuruluşu, günü anmak için özel etkinlikler de planlamaktadır. Ayrıca geleneksel olarak Nobel Barış Ödülü de her yıl 10 Aralık’ta verilir.[kaynak belirtilmeli]

Genel Hatları

İnsan: Bütün insanlar özgür, onur ve hakları yönünden eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler. (Madde 1)

İnsan Haklarının Özellikleri: Herkes ırk, renk, cins, dildin, siyasal ya da herhangi bir başka inanç, ulusal ya da toplumsal köken, varlıklılık, doğuş ya da herhangi bir başka ayrım gözetilmeksizin bu bildiride açıklanan bütün haklardan ve bütün özgürlüklerden yararlanabilir. Bundan başka, ister bağımsız ülke uyruğu olsun, isterse bağımlı, özerk olmayan ya da başka bir egemenlik kısıtlamasına bağlı ülke uyruğu olsun, bir kişi hakkında, uyruğu bulunduğu devlet ya da ülkenin siyasal, adli ya da uluslararası durumu bakımından hiçbir ayrım gözetilmeyecektir. (Madde 2)

Ayrıca bu haklar hiçbir şekilde başkalarına ya da kurumlara aktarılamaz.

İnsan Hakları: En başta yaşam ve özgürlük olmak üzere sağlık, eğitim, yiyecek, barınma ve toplumsal hizmetler de içinde olmak üzere sağlığına ve esenliğine uygun bir yaşam düzeyine kavuşma; yasanın koruyuculuğundan eşit olarak yararlanma; barışçıl amaçlar için toplanma ve dernek kurma; evlenme, mal ve mülk edinme; çalışma, işini seçme özgürlüğü; din, vicdan, düşünce ve anlatma özgürlüğü hakları İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin temellerini oluşturur.

Maddelerde Kesinlik: Bu bildirinin hiçbir unsuru, içinde açıklanan hak ve özgürlüklerin bir devlet, topluluk ya da bireyce ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir etkinlik ya da girişime hak verir biçimde yorumlanamaz. (Madde 30)

1948’den Bu Yana

Avrupa Konseyi İnsan Haklarını ve Temel Özgürlükleri Koruma Sözleşmesi - TİHV - Türkiye İnsan Hakları Vakfı

İnsan Hakları Bildirisi kabul edildikten sonra insan haklarını geliştirme, koruma ve uygulama konusunda yeni anlaşmalar yapılmış ve bildiriler yayımlanmıştır. Bunlardan belli başlı olanlar:

Birleşmiş Milletler, Kadınların Siyasi Haklarına İlişkin Sözleşme, 20 Aralık 1952

Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Bildirisi, 20 Kasım 1959

Avrupa Sosyal Şartı, 18 Ekim 1961

Afrika İnsan ve Halklarının Halkları Şartı, 26 Haziran 1981

Birleşmiş Milletler, Yargı Bağımsızlığına Dair Temel Prensipler, 29 Kasım 1985

Sonuç olarak; siz değerli okurlarımla bir süreci irdeledim. Takdir siz kıymetli sayfa dostlarımındır. Saygılar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir