Bir Alman’a Gönül Verdim (Fon Sadriştayn’ın Karısı) Ömer Seyfettin

Pauline köylü kızı oldu - Güncel yaşam haberleri – Sözcü

O gün İstanbul’da kalsam bile hiçbir iş yapamayacaktım. Müt­hiş, acı, anlatılmaz bir sinir nöbeti yine beni kıvrandırıyordu. Bu korkunç hali bilmeyenler ne kadar mesutturlar? İnsanın bir­denbire bütün ümitleri, bütün zevki, bütün neşesi kaybolur. Gözünün önünde hayat, hava, ufuk, her şey kararır. Dostlar düşman görünür. Sevgililerden nefret edilir… Ben işte bu sinir denen ateşsiz cehennemin içine düşünce kendimi kırlara ata­rım. Tenha korular, sevinçli mazilere benzeyen gölgeli yollar, dallarda geçmiş bir saadetin canlı hatıraları gibi uçuşan kuşlar bana ilahi bir teselli füsunuyla tesir eder, hafiflerim. Beynim­deki ağırlık yumuşar. Sakaklarımın ateşi söner.
O gün yine böyle perişan bir haldeydim. Hafiflemek, bey­nimdeki granit ağırlığı yumuşatmak, başımın kaynayan hara­retlerini söndürmek için bir Boğaziçi vapuruna atladım. İlkba­hardı. Tatlı bir rüzgar esiyor … vapur ilerledikçe aklım başıma geliyor gibi oluyordu.
Açılıyordum …
Güvertedeydim görülmemiş kuşlara mahsus beyaz, pem­be, mor yalılara, yeşil korulara, mavi tepelere bakıyordum. Gözlerimdeki kırmızı karanlık silindikçe kulağımda işitmeye başladı. Dizlerimde, bileklerimde, omuzlarımda yorgun ağrı­lar hissediyor, geniş geniş gerinmek istiyordum. Biraz doğrul­dum. Başımı sağa çevirdim müthiş, iri, kıpkırmızı bir Alman yanıma oturmuş, gayet beyaz bir keten mendille terini siliyor­du. Birbiri üzerine attığı bacaklarına, kalın dizlerine, dokunul­sa kan fışkıracak sanılan tombul ellerine baktım. Sonra gözlerimi sararmış ellerime, takallüs etmiş dizlerime çevirerek “Ah, ne sıhhat! ..” dedim. Hem gayr-i ihtiyari düşünmeye başladım. İşte bu, sinirleri adâlat içinde kaybolmuş, kavi, gürbüz bir me­suttu! Kim bilir ne güzel yiyor, ne iştihayla içiyor, kim bilir ne kadar kolaylıkla hazmediyordu. İnce ceketin üzerinden kalın vücudunun kabarıklığı belli oluyor, sağ cebinden kocaman bir gazete tomarı görünüyordu. Bir rüya kadar rabıtasız, intizam­sız tedailerle Almanya’yı, Almanlıktaki sırrı, Almanların sıh­hatini, saadetini, neşelerini hatırlıyordum. Bu nasıl bir milletti! Kendi gibi fertleri de kavi, muntazam, mesuttu!
İşte şu yanımdaki tıpkı nöbet bekleyen bir askerdi. Sivil es­vap giymiş bir asker… Mendilini devşirdi. Büyük bir intizam ile iki kat, dört kat, sekiz kat, nihayet on iki kat yaptı. Cebine koy­du. Gazetesini okumaya başladı. Vapur, biraz sonra, bir iskele­ye yanaşıyordu. Çıkmak için kalkanlardan bir Türk bu can, bu kan abidesine doğru geldi. Gayet arsız bir Türkçeyle “Vay, Fon Sadriştayn …” diye haykırdı, “nereye böyle?”
“Tarabya‘ya …”
“Ne yapacaksın?”
“Almanya’dan bizimkinin bir akrabası gelmiş. Onun adre­sini anlayacağım.”
O kadar güzel Türkçe söylüyordu ki insan vücudunu, yü­zünü görmese, ismini işitmese şivesine aldanacak Türk diye­cekti. Vapur tekrar kalktı. Alman gazetesine devam etmedi. Mendili gibi dikkatle katlayıp cebine koydu. Sahillere bak­maya başladı. Bilmem nasıl oldu, nazarlarımız birbirine çarp­tı. Mavi, iri, biraz kanlı Alman gözleri. .. Fakat o kadar sevim­li, o kadar hoş ki. ..
Ben arkamdan bile birisinin bana baktığını hisseder, rahat­ sız olurum. Herkes benim gibi midir bilmem! Artık mor tepe­li, beyaz yalılı cennet sahillere bakamıyor, Almanın gözlerini üzerimde hissediyordum. Evet, bana bakıyordu. Hissimde ya­nılmamak için yavaşça gözlerimi çevirdim. Hemen onun göz­lerini gördüm; gülüyordu. Ağzıyla değil, bütün yüzüyle, bütün vücuduyla gülüyordu.
“Beni tanıyamadınız mı?”
“Hayır…” dedim’.
“Halbuki ben sizi tanıdım.”
“Yanılıyorsunuz Herr” diye gülümsedim, “benim hiçbir Alman tanıdığım yoktur.”
“Ben Alman değilim.”
“Nesiniz?”
“Türk …”
“Halbuki isminiz?”
“Ha, ismim” diye lafımı kesti, “demin benimle konuşan ge­vezeden işittiniz. Fon Sadriştayn, değil mi? Bu benim ismim değil, lakabımdır. Benim ismim ‘Sadrettin’dir. Çok zayıflamış­sınız ama, yine sizi tanıdım. Ben sizin sınıf arkadaşınızım.”
Dikkatle tekrar yüzüne baktım. Hayır, hayır… yanılıyordu! Ben böyle bir Herkül’ü mektepte değil, hatta bütün hayatımda görmemiştim. O ne göğüstü ya Rabbi!
“Yanılıyorsunuz efendim” dedim, “mektepte iken arkadaş­larımın en uzun boylusu, en kuvvetlisi bendim. Sizin gibi iri yarı, dev gibi bir adam mektebimizde değil, hatta memleketi­mizde yoktu.”Almanya'nın ilk kadın başbakanı Merkel dönemi geride kaldı
“ “
Alman gülmeye başladı.
“Biraz haklısınız” dedi, “fakat benim vücuduma bakmayı­nız. Gözlerime bakınız. Mektepte iken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım be­nim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep ‘Yuha! Serçe Pehlivan …’ diye haykırırdınız. Serçe Pehlivan! Şimdi hatırlıyor musunuz?”
“ııı”
Ağzım bir an açık kaldı. Kollarım yanıma düştü. Öyle bü­yük, öyle hayalin kabul edemeyeceği bir hayret içindeydim ki …kendimi toplayamıyordum. Mazinin birden önüme açılan hatı­rası içinde Serçe Pehlivan’ı, Sıska Sadrettin’i gördüm. İri mavi gözlü, ince, zayıf, bitkin bir çocuk! Jimnastik muallimi onu derste daima bir tarafa ayırır, “Sen yalnız seyret oğlum” derdi. O kadar zayıftı ki, muallim, eğer barfikse asılacak olursa kolla­rının mutlaka kopacağını söylerdi. Hayır, hayır… Bu mümkün değildi. Sıska Sadrettin, yürümeye, lakırdı söylemeye, gülmeye üşenen Serçe Pehlivan … [5 14]
Gayr-i ihtiyari başımı sallıyor, “Hayır, hayır …” diyordum.
Alman, “Vallahi ben işte Serçe Pehlivan’ım!” dedi.
Fakat nasıl oluyordu? Bu mümkün müydü? İnsan bu kadar değişebilir miydi? Her şeyin bir hududu vardı. Bir sıska ne ka­dar kuvvetlense bir Herkül, bir sıhhat heykeli olamazdı.
Güldüm, dudaklarımı kıvırdım: “O halde ab-ı hayat içmiş olmalısınız.”
“Evet; ab-ı hayat içtim” dedi, “fakat Hızır Aleyhisselam’ınki gibi, hiç sabahı olmayan gecelerin içinden aylarca giderek bu­lunmuş gizli bir membadan değil. ..”
“Ya nerden?”
“Kırk sekiz saatlik bir yerden, Almanya’ dan!”
Bu laftan bir şey anlamadım. Anlamadığımı o da gördü.
Güldü.
“Açık söyleyeyim” dedi, “Almanya’ya gittim. Bir Alman kı­zıyla evlendim. Alman kadınının ne olduğunu siz bilmezsiniz. Bütün Almanya, bütün Almanlık, bütün Almanlığın zenginli­ği, Alman ordusunun kuvveti Alman kadınının eseridir… Ben Alman kadınıyla evlenmezden evvel tartılır, tamam otuz okka gelirdim. Bugün doksan beş kilo geliyorum. ‘Almanya’nın yir­mi milyon nüfusunu yarım asırda altmış-yetmiş milyon yapan’ Alman kadını beni de üç sene içinde otuzdan doksan beşe çı­kardı. Eğer Alman kadınını tanısanız buna asla şaşmaz, hem de pek tabii görürdünüz.”
Hararetle Alman kadınını anlatırken dolgun bilekleri­ne, geniş kalçalarına, iri göğsüne, kalın boynuna, kıpkırmı­zı yüzüne bakıyor, mektepteki mahut sıska, solgun “Serçe Pehlivan” dan böyle bir harikanın nasıl zuhur edebileceğini düşünüyor, bir türlü gözlerime, kulaklarıma inanamıyordum. Lafını kestim.
“Rica ederim, nasıl Almanya’ya gittiniz? Nasıl evlendi­niz? Nasıl ab-ı hayat içtiniz. Şunları anlatınız. Almanya’ya dair malumatım var. Nafile zahmete girmeyiniz …” dedim.
Fon Sadriştayn, “Pekala, gayet basit!” diye başladı anlat­maya …
Dinlerken sinirleniyor, göğsümde sıkıcı bir ağırlık duyu­yordum.Almanların Kendilerine Has Kurallarıyla Diğer Milletlerden Farklı Bir Yaşantıları Olduğunu Gösteren 25 Durum
* * *
“Mektepten çıktıktan sonra seninle hiç tesadüf etmedik. Dı­şarı gittiğini işitmiştim. Benim başıma neler geldi, neler … Hü­kümet dairelerinde kalem müdürlerinden, mümeyyizlerin­den, kapıcılardan hiçbir tanıdığımız olmadığı için tabii hiçbir kaleme giremedim. Biraz resim yaptığımı bilirsin. Almanca­ya da çalışmıştım. Çat pat konuşuyordum. Anadolu Şimendifer Kumpanyası’na müracaat ettim. imtihan oldum. Resim şubesine girdim. On lira maaşım vardı. Anam babam ben pek küçükken ölmüşler. Beni halam büyütmüştü. Onunla oturuyordum. Fakat bilmem niçin, her gün daha ziyade zayıflıyordum. Halam der­mansızlığıma baktıkça, ‘Evlenmelisin Sadrettin’ diyordu, ‘senin rahata ihtiyacın var. Bekarlık sana yaramıyor. ..’ Ben de bu lafa inandım. Evlenmeye kalktım. Maaşım yetişmezse halam da ayda birkaç lira verecekti. Kız aramaya başladı. Her gün evden görü­cü gittiler. Nihayet gayet şık, gayet güzel, Fransızca konuşur, pi­yano çalar bir kız buldular. Akrabalarımızın birinin evinde güya bizi tesadüf ettirdiler. Konuştuk. Birbirimizi beğendik. Bu, za­yıf, açık sarı saçlı, saz benizli, sinemalarda aşkla elem rollerine çıkan aktrislere benzer narin bir kızdı. Canlanmış, insan şekli­ne girmiş bir şiirdi. Uzatmayayım … Nişanlandık. Nikahlandık. Düğün oldu. Karımı gelin gibi halamın yanına almıştık. Bir ay kadar asayiş yolunda gitti. Karım yemeklere inmiyor, odasında oturuyor, bir de sokağa gezmeye çıkıyordu. İkinci ayın başında halam, ‘Bu gelin değil, Allah’ın cezası. ..’ diye söylenmeye başladı. Bir akşam geldim. Karım karşıma geçti. Çatık kaşla sordu: ‘Sen beni hizmetçi kız diye mi aldın?’ Tabii ‘Hayır’ dedim.
‘Öyleyse neye aldın?’ diye tekrar sordu.
‘Zevce diye ..’
‘O halde ben bu evde durmam.’Alman kadın doktorun vefası | Antalya Haber
‘Niçin?’ diye aptallaştım.
‘Bana halan iş gördürmek istiyor’ dedi, ‘ben hiçbir iş yapa­mam. Yapmadım. Hem de yapmayacağım. Yarın buradan çıkartır, yahut beni bırakırsın. Ben annemin evine gideceğim.’ Ellerini tuttum, biraz sabretmesini, öfkesi geçeceğini söy­ledim. Nerede …
‘Nafile, nafile … Vallahi durmam’ diye boyuna yemin edi­yordu.
Annemden kalma bir evim vardı. Onu rehine koyarak bir ev tuttuk. Bir ev tutmak nedir? Bilmezsiniz belki. .. Ben o vakit öğrendim. Daha kapıyı açmadan üç yüz lira bitti. Bir aşçı, iki hizmetçi tuttuk. Fakat hatırla ki maaşım on lira …
Odun, kömür, gaz, erzak, yağ falan parası yirmi lirayı geçi­yordu. Altı lira da evin kirası. .. Etti yirmi altı. .. Karım da on lira tuvaleti için istiyordu. Etti otuz altı. .. Halbuki maaşım on lira … Evi sattım. Elime bin iki yüz lira kadar bir şey geçti. Bu para ile bir buçuk sene yaşadık. Ama ben istikbali düşü­nerek üzülüyor, zayıflıyor, perişan oluyordum. Bir gün ken­dimi muayene ettirdim. Doktor ‘Dikkat ediniz, verem başlı­yor’ dedi. Ne yapacağımı şaşırmıştım. Halim karımın umu­runda değildi. Müteharrik bizzat bir tuvalet makinesi gibi te­mizleniyor, pudralanıyor, boyanıyor, giyiniyor, geziyor, tozu­yor, geliyor, yemeğini yiyor, yatağına yatıyor, rahat rahat uyu­yordu! Eve pislikten girilmiyordu. Aşçı ile hizmetçinin elinde kalmıştık. Karım hatta mutfağın nerede olduğunu bilmiyor­du. Hazır param bittikçe ben de yürek üzüntüsünden zayıf­lıyordum . Korktum. O vakit tartılmadım. ihtimal yirmi ok­kaya kadar inmişimdir! Yaz gelince [5 1 5] fena halde hasta­landım. Yatağa düştüm. Doktorlar ümitlerini keser gibi oldu­lar. Mutlaka tebdil-i havaya gitmemi söylediler. Yürüyemiyor­dum. Dizlerim tutmuyordu. Nihayet kurupanyadan üç ay izin aldım. Kalan paramla Almanya’da oturan bir arkadaşımın ya­nına gittim … Meşrutiyet’ten sonra elektrikçilik öğrenmek için İstanbul’dan ayrılmış, Almanya’da ev bark düzerek bir daha dönmemişti. Siz deminden beni tanıyınca nasıl şaşırmışsanız ben de onu görünce tıpkı sizin gibi şaşırmıştım. Enine boyu­na belki birer metre büyümüş, genişlemişti.
‘Aman, nedir bu hal, sana ne olmuş?’ diye ağzım açık kalın­ca ‘Şaşma yavrum, burası Almanya’dır’ dedi, ‘burada yaşamak sanatı bilinir. Sen de biraz kal. Görürsün.’
Hakikaten bir hafta geçmeden gördüm. Öğrendim. Arka­daşım ‘Boşuna masrafa lüzum yok. Bizim evde yatarsın. Faz­la bir odamız var. Kiracı bulamadık. Senden yirmi frank alı­nın. Orada yatarsın. Yemek için de her gün birer frank. Yalnız masraf parası. .. Pişirmek parası almayız. Ayda elli frank. Bura­ da yer, burada içer, dışarıda on para harç etmezsin. Çamaşırla­rını biz bedava yıkarız. Yalnız bira masrafı ayrı. ..’
‘Ben bira içmem’ diyecek oldum.Erbil'de gözaltına alınmışlardı! 4 Alman kadın PKK'lı teröristlere meze olmaya gitti
‘Öyle şey olmaz, cahilliği bırak’ diye güldü. ‘Birasız bura­ da yaşanmaz. Bira içmezsen iştahın açılmaz, çok yiyemezsin. Yine sıska kalırsın.’
Arkadaşımın evine misafir oldum. Bira içmeye; yemeye, çok yemeye, bir fil kadar yemeye başladım. Midem bozulmu­yor, pek güzel hazmediyordum. Üç ay içinde tanınmayacak bir hale geldim. En ziyade şaştığım şey bu kadar az para ile bu kadar çok şey yiyebilmekliğimiz idi. Arkadaşımın fabrikada­ki gündeliği bir bir üstüne ayda sekiz lirayı geçmiyordu. Bu se­kiz liranın içinden hem ev kirası veriyorlar, hem yiyorlar, içi­yorlar, hem, eve hem de para biriktiriyorlardı. Yemek, çama­şır, dikiş dahil olmak üzere evin bütün işini arkadaşımın karısı yapıyor, yine her akşam gezmeye çıkıyor, pazar günleri bizim­le beraber uzun gezintilere gidebiliyordu. Bu şaşılacak bir şey­di. Ben çok çalıştığını, yorulup yorulmadığını sorduğum za­man güler, ‘Ben sevgili imparatoriçemiz kadar çalışıyorum. Ni­çin yorulayım?’ derdi. Sonra hemen sevgili imparatoriçelerinin hayatını, hiç hizmetçi kullanmadığını, son derece iktisada ri­ayet ettiğini, hatta büyük çocuklarının esvapları eskiyince at­mayıp bir yaş daha küçük çocuklarına giydirdiğini, yegane kı­zını hep eski esvaplarını bozarak süslediğini, imparatorun ik­tisat faziletlerini, masraflı oluyor diye en lezzetli yemeği hatta bir defa bile yemekten vazgeçtiğini anlatmaya başlardı. Bu iri, bu canlı, bu güzel, bu kuvvetli kadının beyaz temiz dişlerini göstererek gülerek söylediği bütün bu fazilet, iktisat menkıbe­lerini dinlerken gayr-i ihtiyar! İstanbul’u, kendi hayatımızı, za­yıf karımın müsrifliklerini, beşer liraya ancak ikişer defa giyi­len bluzları, beşer mecidiyelik ipekli çorapları, her iki ayda bir Kalivoristi ‘ye yirmişer liraya yaptırdığı tayyörleri, otuzar liralık el dantelalarını hatırladım. İstanbul ‘a dönmek saatleri yak­ laştıkça içimde bir sıkıntı peyda oluyor, büyüyor, beni hasta­landırıyordu. Bu rahatı, bu saadeti, bu fazileti memleketimde mümkün değil bulamayacaktım. Istırabımı arkadaşıma açtım. Acıdı. Bana hak verdi.
Fakat, ‘Bu rahat, bu saadet, bu fazilet Almanya’nın topra­ğında, taşında, coğrafyasında değil, Alman kadınındadır’ dedi, ‘Almanya’nın saadetini, refahını, zenginliğini Alman kadını yapar. Sana bir Alman kızı bulalım. Onunla evlen. İstanbul’a dön. Tıpkı Almanya’daki intizam, Almanya’daki istirahat için­de yaşayacaksın.’
Bu, olabilir miydi? Evli olduğumu söyledim. Karımı boşar­sam birkaç yüz lira, nikaha verecek param olmadığını anlat­tım. Arkadaşım ‘Hiç korkma’ dedi, ‘Alman karısı seni on lira ile Türkiye gibi ucuz bir yerde yüz liralık refah içinde yaşatır. Bir senede hiç borcun kalmaz. Ölümden kurtulursun.’
Düşündüm, taşındım. Alman kadınını gördükten sonra benim müsrif, şık karım hayalime korkunç bir hasar kabusu gibi geliyordu. İstanbul’a dönmek, borç içinde, rezalet içinde sürünerek aç, sefil ölmek … Yahut Alman kadını denilen bir mes’udiyet makinesi alarak her şeyi silkip atmak … Rahat, müs­terih, mesut yaşamak … Bu iki yoldan birisine mutlaka gide­cektim. Ölüme mi? Yaşamaya mı? Ölümü tercih edemiyordum. Gayr-i ihtiyari İstanbul’daki zenginlerin, en çok maaş alan me­murların müsriflik, idaresizlik yüzünden çektikleri sefaletleri, en zengin paşaların, beylerin ölümlerinden bir ay sonra çoluk çocuklarının hemen dilenecek derecelere indiklerini aklımdan geçirdim. İdaresiz, iktisatsız, intizamsız bir hayatın paraca ne kadar talihi olsa yine istikbali kapkaraydı. İstanbul’daki evim­den, karımdan ürktüm. Kurtulmak, yaşamak için … Alman ka­dını kat’i bir ilaç, bir dermandı. Bir ab-ı hayattı!
Tekrar evlenmeye karar verince kız bulmak uzun sürmedi. Arkadaşımın dostlarından birinin akrabası olan şimdiki karı­mı bir pazar bana takdim ettiler. Pek hoşuma gitti. Babası iki sene evvel ölmüş bir mühendisti. Nişanlandık. Kızın küçük bir cihazı vardı. Nikahlandık. Size yemin ederim ki resmi evrak ücretinden başka on para masrafım olmadı. Balayı yapar gibi
İstanbul yolunu tuttuk. Karım birinci sınıf yolcular arasında seyahat etmemize razı olmadı. Aldığımız gazetenin parasına varıncaya kadar bir deftere yazmaya başladı. ‘Para kazanmak erkeğin, kazanılan paranın iştira kuvvetini arttırmak da kadı­nın vazifesidir’ diyordu. İstanbul’a geldik. Beyoğlu’nda bir ote­le indik. Ben yokken zavallı eski şık karım kendisi gibi şık, za­rif, bir tek gözlüklü beye aşık olmuş … Onun arzusuyla hemen ayrıldık. Yeni karımı evime getirdim. Aşçı ile hizmetçileri gö­rünce şaşırdı. ‘Bizde bankerler bile ayrı aşçı, ayrı hizmetçi tut­maz’ dedi. Her üçünü de savdırdı.
‘Evde ne iş olursa ben yaparım!’ diyordu. Yemek, çamaşır, dikiş, temizlik, bulaşı k, tahta silmek, kunduraları boyamak falan … Geldiğimizin ertesi akşam evin kirasını sordu. Ben ‘Altı lira …’ deyince hayretinden gözleri patlayacaktı.
‘Hiçbir adam varidatının yarısından ziyadesini ev kira­sı verir mi?’ diye şaşıyor, ‘Türkiye halkının hiç hesap bilme­diğini’ söylüyor, [5 16] ‘Sizde bir, iki, üç, dört, beş, on, yir­ mi, otuz var mı? Yazınızda rakam işaretleri var mıdır?’ diye tuhaf sualler soruyordu. Evvela möbleleri sattırdı. Paralarını bankaya koydu. O ay evi de bıraktırdı . Haydarpaşa’ da bir Al­man evinin üst katını sekiz mecidiyeye kiraladı. Burası mut­fağıyla, abdesthanesiyle, ayrılmış bir apartman dairesi gibiy­di. İki odası vardı. Birini yatak odası yaptı, birini oturmak …
Bu ikinci odada hem misafirlerimizi kabul ediyor, hem de ye­meğimizi yiyorduk … Rahat, mesut yaşamaya başladık. Kira dahil olduğu halde aylık masrafımız tam beş lira ediyordu. Maaşımdan artan beş lirayı karım her ay bankaya götürüyor, mobilyalardan aldığımız paranın üzerine ekliyordu. O vakit­ ten beri her ay beş lira harç ediyoruz. Ben saat sekizde gara gi­diyorum. Her gün öğleüstü karım sefertasıyla yemeğimi, ek­meğimi ayağıma getirir. Her akşam gelir, beni alır, beraber gezeriz. Saat altı buçuğa gelince beni gezintide yalnız bıra­kır, eve döner, yedi buçuğa kadar yemeği hazırlar. Ben gelin­ce yemeği hazır bulur, otururum. Yemekten sonra kemanla klasik parçalar çalar, klasik şiirler okur. On birde hemen ya­tarız. Karım altıda yataktan kalkar. Kahvaltıyı hazırlar. Be­nimle beraber, çarşıdan o günkü zahireyi almak için çıkar.
Pazar günleri yaz olsun, kış olsun mutlaka dağlara gezmeye çıkarız. Akşama kadar dolaşırız. Karıma göre en güzel eğlen­ce kırda yayan gezmek, kırların havasından istifade etmek­tir. Üç senedir işte hayatımız bu program içinde geçiyor. Bir gün daha bu program bozulmadı. Geçen sene maaşım on beş lira oldu. Karım bunun masrafımıza hiçbir tesir yapamayaca­ğını söyledi. Her ay bankaya beş lira yerine on lira götürme­ye başladı. Karımın fikrince masraf varidata göre değil, ihti­yaca göre yapılırdı. Fakat varidatın artması masrafın çoğal­ması için mantıki bir sebep olamazdı. Masraf, yine ihtiyacın derecesinde kalmak icap ederdi. Bunu ben de muhakeme et­tim. Doğru buldum. Bu kadar basit, bu kadar doğru bir hük­me acaba Türkiye’de kaç Türk sahiptir? Bir Türk’ün aylık va­ridatı yirmi beş lira iken otuz lira oldu mu, hemen evini de­ğiştirmeye, daha fazla bir hizmetçi tutmaya kalkar. Halbuki bizim kumpanyanın müdür muavini yüzlerce lira maaş aldı­ğı halde masrafı ihtiyacına göredir. Yani tıpkı benimki gibi. ..
Onun karısı da hizmetçi, aşçı, uşak kullanmaz. Çarşıdan er­zakını bile kendi pazarlık eder, kendi alır, kendi evine getirir. Karım, ‘Ancak doğacak çocuklar masrafa bir şey ilave ettirir’ derdi, ‘çünkü ihtiyaç değişir. Masraf da o ihtiyaca uymalı …’
Evet, nihayet bizim de bir gün masrafımızın çoğalması icap eder gibi oldu. Karım gebeydi. İşte ben asıl iktisat faziletinin ne olduğunu karımın gebeliğinde gördüm.
‘Bir hizmetçi tutsak … Sen gebesin. Rahatsız oluyorsun!’ de­dim. Karım katiyen reddetti. Gebeler için yürümek lazım oldu­ğunu, gebelikte oturmak intihardan, havaleye, ölüme koşmak­tan başka bir şey olmadığını söyledi. Hiç tertibimiz bozulmadı. Yine sabahları pazara gidiyor, gara yemeğimi getiriyor, akşam­ları beraber geziyorduk. Karnı büyüdü. Büyüdü. Büyüdü. Se­kiz aylık, galiba dokuz aylık oldu. Ben ‘Pek yaklaştı. Artık bir adam tutsak …’ dedim.
‘Daha vakit var, daha vakit var!’ diyordu. Bir gün yine sa­bahleyin evden çıktık. O pazara sapmak için benden ayrıldı. Öğleyin yemeğimi getirdi. Akşamüstü geldi. Beni aldı. Biraz gezindik. Gayet bol bir manto giymişti. Yine akşam yemeğini hazırlamak için bir saat evvel benden ayrıldı. Ben arkasından eve gelince her vakit ki gibi sofrayı hazır buldum. Oturdum. Ye­meğe başladık. Tam yemek ortasında öbür odadan ‘Viyak, vi­yak …’ diye bir seda gelmez mi?
‘Bu ne?’ dedim. Karım tavrını bozmadan gayet tabii bir şey söylüyormuş gibi ‘Çocuk’ dedi, ‘bugün doğurdum! ..’
Gözlerimi açtım. Ben hala bir Alman kadınının ne olduğu­nu tamamıyla anlayamamıştım.
‘Ne diyorsun?’ diye haykırdım. ‘Ebe nerden buldun?’ ‘Ebesiz doğurdum’ dedi, ‘ebe hekim demektir. Ben hasta mıyım? Ebeye ne lüzum var?’
‘Ne vakit doğurdun?’ diye tekrar haykırdım. Karım İsti­fini bozmadan cevap verdi: ‘Senin yemeğini gara bıraktıktan sonra dönerken ağrı duydum. Eve geldim. Muşambaları sili­yordum. Ağrı ziyadeleşti. Banyoyu doldurdum. Çamaşır leğe­nini hazırladım. Doğurdum. Çocuğumu yıkadım, sardım, ya­tırdım. Kendim de yıkandım. Sonra yemeği hazırladım. Gez­mek için geldim. Seni aldım. Şimdi gelince beş dakika kadar süt verdim …’
Hemen ayağa kalktım. Odaya doğru, bu kendi kendine do­ğan çocuğumu görmeye koşuyordum. Beni tuttu.
‘Otur, rica ederim. Yemeğin intizamını bozma. Kalkınca gi­dip görürsün…’ dedi. Yemekten sonra küçük bir sepetin içine yatırılmış yavrumu gördüm. Açık mavi gözleri tıpkı annesinin­kine benziyordu. Şimdi altı aylık oldu. Henüz masrafımızda bir ziyadelik yok … Karım dört beş yaşına girmeden bir çocuğun hiçbir masrafı olamayacağını söylüyor … Bir hafta geçmeden ço­cuğun uyuması, ağlaması, yemesi intizama girdi …
Oh, azizim, ne çabuk … Tarabya’ya geldik. Ben buraya çı­kacağım. Veriniz elinizi sıkayım. Anladınızya, ben niçin otuz okkadan doksan beş kilo oldum. Alman kadını. .. Alman haya­tı. .. İntizamla istirahat! İşte saadetin sırrı! Allah’a ısmarladık. Her pazar yayan Çamlıca Tepesi‘ne çıkarız. Sen de gelirsen ora­da görüşürüz. Allah’a ısmarladık …”
* * *
“Madama benden ihtiramlar!” dedim. Elimi sıktı. Kalktı, hız­la yürüdü. İskeleden inip diğer yolcuların arasında kayboluncaya kadar arkasından baktım. Vapur kalktı. Göğsümden asabi bir ağırlığın yükseldiğini, nefes aldırmayacak gibi boğazıma tı­kandığını duyuyordum. Artık mesut olmak için …
Görünmez bir kabusun önünden kaçar gibi gözlerimi ovuşturdum. [517] Üzerinde temiz martıların uçuştukları koyu Prusya mavisi denize baktım. Karşı sahil mor tepeleri, beyaz yalıları, koyu nefti ağaçlıklarıyla sanki ebedi bir keyif uyku­suna dalmış gibiydi. Fon Sadriştayn’ın uzvi istirahatinden, her anına mantıkla hesap karışan saadetinden, çamaşır yıkayan, yemek pişiren, tahta silen, kundura boyayan aşkından tiksini­yordum. Ta orada … şu küçük yalıcıkta müsrif, hesap bilmez, saz benizli, narin, şık bir kadınla borç içinde, manevi maddi ıstıraplar içinde … tabiatın uyuşuk sükünu karşısında sessiz, mahmur yaşamak daha tatlı değil miydi?
Açık mavi ebediyetten kopmuş canlı köpük parçaları halinde, güvertenin üzerinden sürü sürü geçen martılar:
“Evet. “
“Evet, evet…” diye hüzünlü sesleriyle bağrışıyorlar, sanki benim ruhumun meyus sualine göklerden ilahi bir cevap ve­riyorlardı.
Yeni Mecmua, C. I, Sayı: 26, 3 Kanün-ı sani [Ocak] 1918, s. 513-517. ÖMER SEYFETTİN KÜLLİYATI’mdan

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir